İ’lem Eyyühel-Aziz! Şu âlemi ziyâlandıran şemsin, bir sineğin gözüne tecelli ile girip ışıklandırması mümkündür. Ve ateşten bir kıvılcımın gözüne girip tenvir etmesi imkân hâricidir. Çünkü gözü patlatır.
Kezalik, bir zerre, Şems-i Ezelînin tecellisine mazhar olur. Fakat Müessir-i Hakîkiye zarf olamaz...
İ’lem ey mağrur, mütekebbir, mütemerrid nefis! Sen öyle bir za’fiyet, acz, fakirlik, miskinlik gibi hallere mahalsin ki, ciğerine yapışan ve çok def’a büyülttükten sonra ancak görülebilen bir mikroba mukâvemet edemezsin; seni yere serer, öldürür...
İ’lem Eyyühel-Aziz! Hardale ile ta’bir edilen, bir darı habbesi hükmünde olan kuvve-i hâfızanın ihâta ettiği meydanda gezintiler yapılırken o kadar büyük bir sahraya inkılâb eder ki, gezmekle bitmez bir şekil alır. Acaba o hardalenin içindeki meydanı bitiremeyen, o hardalenin dâiresini ne sûretle bitirecektir? Aklın nazarında hardalenin vaziyeti böyle ise, aklın gezdiği dâire nasıldır? Aklı da dünyayı yutar. Fesübhânallah! Cenâb-ı Hak hardaleyi, akıl için dünya ve dünyayı da akıl için bir hardale gibi yapmıştır.
İ’lem Eyyühel-Aziz! İnsanların en büyük zulümlerinden biri de şudur ki: Büyük bir cemâatin mesâîsine terettüb eden −hasenatı intâc eden− semeratı, bir şahsa isnad ve ona malederler. Bu zulümde bir şirk-i hafî vardır. Çünkü bir cemâatin cüz’-i ihtiyarisiyle kesbettikleri mahsulatı bir şahsa atfetmek, o şahsın îcad derecesinde harikulâde bir kudrete mâlik olduğuna delâlet eder. Hatta eski Yunanîlerin ve Vesenîlerin ilaheleri, böyle zâlimane tasavvurat-ı şeytâniyenin mahsulüdür.
İ’lem Eyyühel-Aziz! Zikreden adamın feyz-i İlâhîyi celbeden muhtelif lâtifeleri vardır. Bir kısmı kalb ve aklın şuuruna bağlıdır. Bir kısmı da şuursuz, yâni şuurlara tâbi değildir. husule gelir. Binâenaleyh, gaflet ile yapılan zikirler dahi feyizden hâlî değildir.