Hem o sehavet ve vüs’at ve sür’atle beraber bir sühulet-i mutlaka görünüyor. Hem o sehavet ve sühulet ve sür’at ve vüs’atle beraber; herbir nevide, herbir ferdde görünen bir intizâm-ı mutlak ve gayet mümtaz bir hüsn-ü san’at ve nihayet ihtilat içinde bir imtiyaz-ı etemm ve gayet mebzuliyyet içinde gayet kıymetdar eserler ve gayet geniş daire içinde tam bir muvafakat ve gayet sühulet içinde gayet san’atkârane bediaları icad etmek, bir anda, her yerde, bir tarzda, her ferdde bir san’at-ı hârika, bir faaliyet-i mu’ciz-nümâ göstermek; elbette ve elbette öyle bir Zâtın hâtemidir ki, hiçbir yerde olmadığı halde, heryerde hâzır, nâzırdır. Hiç bir şey O’ndan gizlenmediği gibi, hiçbir şey O’na ağır gelmez. Zerrelerle yıldızlar, O’nun kudretine nisbeten müsavidirler.
Meselâ: O Rahîm-i Zülcemâl’in bağistan-ı kereminden, mu’cizâtının salkımlarından bir tanecik hükmünde gördüğüm iki parmak kalınlığında bir üzüm asmasına asılmış olan salkımları saydım: Yüz ellibeş çıktı. Bir salkımın tanesini saydım: Yüzyirmi kadar oldu. Düşündüm, dedim: Eğer bu asma çubuğu, ballı su musluğu olsa, daim su verse, şu hararete karşı o yüzer rahmetin şurub tulumbacıklarını emziren salkımlara ancak kifayet edecek. Halbuki, bâzan az bir rutubet ancak eline geçer. İşte bu işi yapan, herşeye kadir olmak lâzımgelir.
YEDİNCİ LEM’A: Bak, nasıl sahife-i Arz üstünde Zât-ı Ehad-i Samed’in hâtemlerini az dikkatle görebilirsin. Başını kaldır, gözünü aç, şu kâinat kitab-ı kebîrine bir bak; göreceksin ki: O kâinatın hey’et-i mecmuası üstünde, büyüklüğü nisbetinde bir vuzuh ile Hâtem-i Vahdet okunuyor. Çünki; şu mevcûdât bir fabrikanın, bir kasrın, bir muntâzam şehrin eczaları ve efradları gibi bel-bele verip, birbirine karşı muâvenet elini uzatıp, birbirinin suâl-i hâcetine “Lebbeyk! Baş üstüne” derler. Elele verip, bir intizâm ile çalışırlar. Başbaşa verip, zevilhayata hizmet ederler. Omuz-omuza verip, bir gayeye müteveccihen bir Müdebbir-i Hakîm’e itaat ederler. Evet Güneş ve Ay’dan, gece ve gündüzden, kış ve yazdan tut, tâ nebatatın, muhtaç ve aç hayvanların imdadına gelmelerinde ve hayvanların zaîf, şerîf insânların imdadına koşmalarında, hattâ mevadd-ı gıdâiyyenin lâtif, nahîf yavruların ve meyvelerin imdadına uçmalarında, tâ zerrat-ı taamiyyenin hüceyrat-ı beden imdadına geçmelerinde câri olan bir düstur-u teavünle hareketleri, bütün bütün kör olmayana gösteriyorlar ki; gayet kerim birtek Mürebbî’nin kuvvetiyle, gayet hakîm birtek Müdebbir’in emriyle hareket ediyorlar.