İşte şu âyet, mu’cizât-ı Rubûbiyyetin en mühimlerinden ve hazine-i rahmetin en acib perdesi olan bulutların teşkilâtında yağmur yağdırmaktaki tasarrufat-ı acibeyi beyân ederken güya bulutun eczaları cevv-i havada dağılıp saklandığı vakit, istirahata giden neferat misillü bir boru sesiyle toplandığı gibi, emr-i İlâhî ile toplanır, bulut teşkil eder. Sonra küçük küçük tâifeler bir ordu teşkil eder gibi, o parça parça bulutları te’lif edip, -kıyamette seyyar dağlar cesamet ve şeklinde ve rutubet ve beyazlık cihetinde kar ve dolu keyfiyetinde olan- o sehab parçalarından âb-ı hayatı bütün zîhayata gönderiyor. Fakat o göndermekte bir irade, bir kasd görünüyor. Hâcâta göre geliyor; demek gönderiliyor. Cevv berrak, safi, hiçbir şey yokken bir mahşer-i acaib gibi dağvari parçalar kendi kendine toplanmıyor, belki zîhayatı tanıyan birisidir ki, gönderiyor. İşte şu mesâfe-i mânevîyyede Kadîr, Alîm, Mutasarrıf, Müdebbir, Mürebbi, Muğis, Muhyî gibi Esmâların matla’ları görünüyor.
Sekizinci Meziyyet-i Cezâlet: Kur’an kâh oluyor ki, Cenâb-ı Hakk’ın âhirette hârika ef’allerini kalbe kabûl ettirmek için ihzâriye hükmünde ve zihni tasdika müheyya etmek için bir i’dadiye sûretinde dünyadaki acaib ef’alini zikreder veyahut istikbalî ve uhrevî olan ef’al-i acibe-i İlâhiyyeyi öyle bir sûrette zikreder ki, meşhudumuz olan çok nazîreleriyle onlara kanaatımız gelir. Meselâ:
tâ sûrenin âhirine kadar...
İşte şu bahiste haşir mes’elesinde Kur’an-ı Hakîm, haşri isbat için yedi-sekiz sûrette muhtelif bir tarzda isbat ediyor. Evvelâ neş’e-i ûlâyı nazara verir. Der ki: “Nutfeden alakaya, alakadan mudğaya, mudğadan tâ hilkat-ı insânîyyeye kadar olan neş’etinizi görüyorsunuz. Nasıl oluyor ki, neş’e-i uhrayı inkâr ediyorsunuz. O, onun misli, belki daha ehvenidir.” Hem Cenâb-ı Hak insâna karşı ettiği ihsanat-ı azîmeyi
kelimesiyle işaret edip der: