Merhametine mazhar olanların, husûsan cennet-i bâkiyyede nihayetsiz enva’-ı rahmet ve şefkatine mazhar olanların derece-i saadetlerine ve tena’umlarına ve ferahlarına göre o Zât-ı Rahmânirrahîm, O’na lâyık bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi (O’na lâyık şuunatla tâbir edilen) ulvî, kudsî, güzel, münezzeh mânâları vardır. “Lezzet-i kudsiyye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesruriyyet-i kudsiyye” tâbir edilen, izn-i Şer’î olmadığından yâd edemediğimiz gayet münezzeh, mukaddes şuunatı vardır ki, herbiri kâinatta gördüğümüz ve mevcûdât mabeyninde hissettiğimiz aşk ve ferah ve mesruriyyetten nihayetsiz derecelerde daha yüksek, daha ulvî, daha mukaddes, daha münezzeh olduğunu çok yerlerde isbat etmişiz. O mânâların birer lem’asına bakmak istersen, gelecek temsilâtın dûrbîni ile bak:
Meselâ: Nasılki sehavetli, âlîcenab, müşfik bir zât, güzel bir ziyâfeti, gayet fakir ve aç ve muhtaç olanlara vermek için, seyahat eden güzel bir gemisine serer. Kendi de üstünde seyreder. O fukaranın minnetdarane tena’umları ve o aç olanların müteşekkirane telezzüzleri ve o muhtaç olanların senakârane memnuniyetleri; ne derece o kerim zâtı mesrur ve müferrah eder, ne kadar onun hoşuna gider, anlarsın.
İşte, küçücük bir sofranın hakikî mâliki olmayan ve bir tevziat memuru hükmünde olan bir insânın mesruriyyeti böyle ise; cin ve insi ve hayvanatı, fezâ-yı âlem denizinde seyr ve seyahat ettiren ve bir sefine-i Rabbâniyye olan koca zeminin üstüne bindirip, yüzünde hadsiz enva’-ı mat’umatı câmi’ bir sofrayı serip, bütün zîhayatı küçük bir kahvâltı nev’inde o ziyâfete davet etmekle beraber, gayet mükemmel ve bütün enva’-ı lezaizi câmi’, sermedî, ebedî bir dâr-ı bekada cennetleri, herbirisini birer sofra-i ni’met ederek hadsiz lezaizi ve letâifi câmi’ bir tarzda, nihayetsiz bir zamanda, nihayetsiz muhtaç, nihayetsiz müştak, nihayetsiz ibâdına, hakikî yemek için ziyâfet açan bir Rahmân-ı Rahîm’e ait ve tâbirinde âciz olduğumuz meâni-i mukaddese-i muhabbeti ve netâic-i rahmeti kıyas edebilirsin.
Hem meselâ: Mâhir bir san’atperver, meharetini göstermeyi sever bir usta; güzel, plâksız konuşan fonoğraf gibi bir san’atı icad ettikten sonra, onu kurup tecrübe ediyor, gösteriyor. O san’atkârın düşündüğü ve istediği neticeleri en mükemmel bir tarzda gösterse; onun mucidi ne kadar iftihar eder, ne kadar memnun olur, ne derece hoşuna gider. Kendi kendine “Bârekâllah” der.