İşte hayat bu câmi’ mâhiyeti itibariyle şuûn-u zâtîyye-i Rabbâniyyeye âyinedârlık eden bir âyine-i Samediyyettir. İşte bu sırdandır ki: Hayy-ı Kayyûm olan Zât-ı Vâcib-ül-Vücûd, hayatı pek çok kesretle ve mebzuliyetle halkedip, neşir ve teşhir eder. Ve herşeyi hayatın etrafına toplattırıp, ona hizmetkâr eder. Çünki; hayatın vazifesi büyüktür. Evet, Samediyyetin âyinesi olmak kolay bir şey değil, âdi bir vazife değil.
İşte göz önünde her vakit gördüğümüz bu had ve hesaba gelmeyen yeni yeni hayatlar ve hayatların asılları ve zâtları olan ruhlar, birden ve hiçten vücûda gelmeleri ve gönderilmeleri, bir Zât-ı Vâcib-ül-Vücûd ve Hayy-ı Kayyum’un vücûb-u vücûdunu ve sıfât-ı kudsiyyesini ve Esmâ-i Hüsnâsını; lemaâtın, güneşi gösterdiği gibi gösteriyorlar. Güneşi tanımayan ve kabûl etmeyen adam, nasıl gündüzü dolduran ziyâyı inkâr etmeye mecbur oluyor. Öyle de: Hayy-ı Kayyum, Muhyî ve Mümît olan Şems-i Ehadiyyeti tanımayan adam, zeminin yüzünü belki mâzi ve müstakbeli dolduran zîhayatların vücûdunu inkâr etmeli ve yüz derece hayvandan aşağı düşmeli. Hayat mertebesinden düşüp câmid bir câhil-i echel olmalı.
Mevt, hayat kadar bir bürhân-ı rubûbiyyettir. Gayet kuvvetli bir hüccet-i vahdâniyyettir.
delâletince, mevt; adem, idam, fena, hiçlik, fâilsiz bir inkıraz değil, belki bir Fâil-i Hakîm tarafından hizmetten terhis ve tahvil-i mekân ve tebdil-i beden ve vazifeden paydos ve haps-i bedenden âzad etmek ve muntâzam bir eser-i hikmet olduğu, Birinci Mektub’da gösterilmiştir. Evet, nasıl zemin yüzündeki masnûat ve zîhayatlar ve hayattar zemin yüzü, bir Sâni’-i Hakîm’in vücûb-u vücûduna ve vahdâniyyetine şehadet ediyorlar. Öyle de: O zîhayatlar, ölümleriyle bir Hayy-ı Bâkî’nin sermediyyetine ve vâhidiyyetine şehadet ediyorlar. Yirmiikinci Söz’de; mevt, gayet kuvvetli bir bürhân-ı vahdet ve bir hüccet-i sermediyyet olduğu isbat ve izah edildiğinden, şu bahsi o söze havale edip yalnız mühim bir nüktesini beyân edeceğiz. Şöyle ki: