İzzet-i âzamet ister ki; esbab-ı tabiî, perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında.
Tevhid ve celâl ister ki: Esbab-ı tabiî, dâmenkeş-i tesir-i hakikî ola (*) kudret eserinde.
Vücûdun hasra gelmez muhtelif envâ’ını, münhasır olmaz, sıkışmaz şu şehadet âleminde.
Âlem-i cismânî bir tenteneli perde gibi, şu’le-feşân gaybî avalim üzerinde.
Eser-i itkan-ı san’at, fıtratın her köşesinde bilbedâhe reddeder esbâbının îcadını.
Nakş-ı kilkî ayn-ı kudret; hilkatın her noktasında bizzarure reddeder vesaitin vücûdunu.
Kâinatta serbeser sırr-ı tesânüd müstetir, hem münteşir. Hem cevanibde tecâvüb, hem teâvün gösterir.
Ki yalnız bir kudret-i âlem-şümûldür yaptırır, zerreyi her nisbetiyle halkedip yerleştirir.
Kitab-ı âlemin her satırıyla her harfi hay.. ihtiyâc sevkediyor, tanıştırır.
Her nereden gelirse gelsin nida-i hacete lebbeyk-zendir, sırr-ı tevhid nâmına etrafı görüştürür.
Zîhayat her harfi, herbir cümleye müteveccih birer yüzü, hem de nâzır birer gözü baktırır.
(*) Hakikî tesirden elini çeksin, icada karışmasın, demektir.