Şimdi buna dikkat et: Eski Roma, Yunan’ın iki dehâsı vardı; bir asıldan tev’emdi, biri hayal-âlûddu, biri madde-perestti.
Su içinde yağ gibi imtizac olamadı. Mürur-u zaman istedi, medeniyet çabaladı. Hristiyanlık da çalıştı, temzicine muvaffak hiçbiri de olmadı.
Herbiri istiklâlini filcümle hıfzeyledi. Hattâ el’an âdeta o iki ruh, şimdi de cesedleri değişmiş, Alman Fransız oldu.
Güya bir nevi tenasüh başlarından geçmişti. Ey birader-i misâlî! Zaman böyle gösterdi. O ikiz iki deha, öküz gibi reddetti
Temzicin esbabını. Şimdi de barışmadı. Mâdem onlar tev’emdi, kardeş ve arkadaştı, terakkide yoldaştı; birbiriyle döğüştü.
Hiç de barışmadılar. Nasıl olur ki aslı, hem madeni, matlaı başka çeşit olmuştu. Kur’anda olan nûru, şeriat hidâyeti;
Şu medeniyetin ruhu olan roma dehası, birbiriyle barışır hem mezc u ittihadı.
O dehâ ile bu hüdâ menşe’leri ayrıdır: Hüdâ semâdan indi, dehâ zeminden çıktı. Hüdâ kalbde işliyor, dimağı da işletir.
Dehâ dimağda işler, kalbi de karıştırır. Hüdâ ruhu eder tenvir, taneleri sünbüllettirir. Karanlıklı tabiat onunla ışıklanır.
İstîdad-ı kemâli birdenbire yol alır, nefs-i cismanî yapar hizmetkâr-ı emirber. Melek-sîmâ ediyor insân-ı himmetperver.
Dehâ ise: Evvelâ nefs u cisme bakıyor, tabiata giriyor, nefsi tarla ediyor. İstidad-ı nefsânî neşvünema buluyor.
Ruhu eder hizmetkâr, taneleri kuruyor. Şeytanın sîmâsını beşerde gösteriyor.
Hüdâ, hayateyne saâdet veriyor, dâreyne ziyâ neşrediyor. İnsânı yükseltiyor.
Deccal-misâl (*) dehâ-i a’ver, bir dar ile bir hayatı anlar; maddeperest olur ve dünya-perver. İnsânı yapar birer canavar.
Evet deha, sağır tabiata tapar. Kör kuvvete fermanber. Fakat hüdâ, şuurlu san’atı tanır, hikmetli kudrete bakar. Dehâ, zemine küfran perdesi çeker. Hüdâ, şükran nûrunu serper.
Bu sırdandır: Dehâ, a’mâ-i asamm; hüdâ, semî-i basîr. Dehânın nazarında, zemindeki ni’metler sahibsiz ganîmettir.
Minnetsiz gasb ve sirkat, tabiattan koparmak canavarca his verir. Hüdânın nazarında; zeminin sinesinde kâinatın yüzünde
Serpilmiş olan niam, rahmetin semeratı, her ni’metin altında bir yed-i muhsin görür, şükran ile öptürür.
Bunu da inkâr etmem; medeniyette vardır mehâsin-i kesîre.. lâkin, onlar değildir ne Nasrâniyyet malı, ne Avrupa îcadı,
(*) Bunda da bir ince işaret var.