Gediği açtı cephenin arkasında, dinsizlik hücum etti, millet epey sarsıldı. En ileri karakol, İslâmiyet ruhuyla tenevvür etmiş cinan.
En mütesallib olmalı. En müteyakkız olmalı yahut o dar olmamalı, Îslâmı aldatmamalı. İmanın yeri kalbdir; dimağ ise oluyor ma’kes-i nur-u îman.
Bâzan da mücahiddir, bâzan süpürgecidir, dimağda vesveseler, hem pek çok ihtimaller kalb içine girmese, sarsılmaz îman, vicdan.
Yoksa bâzıların zannınca îman dimağda olsa; ruh-u îman olan hakkalyakîne, ihtimalât-ı kesîre olur birer hasm-i bîeman.
Kalb ile vicdan, mahall-i îman. Hads ile ilham, delîl-i îman.
Bir hiss-i sâdis; tarîk-ı îman... Fikr ile dimağ, bekçî-i îman.
Müsellemâta İhtiyâc Var
Zaruriyât-ı dinî, müsellemât-ı Şer’î; kulûblerde hasıldır, ihtar ile huzuru, tezkir ile şuuru.
Matlub da hâsıl olur. İbâre-i Arabî (*) daha ulvî ediyor tezkiri, hem ihtarı.
Onun için Cum’ada hutbe-i Arabiyye, zaruriyâtı ihtar, müsellemâtı tezkir, maalkifaye olur onun tarz-ı tezkiri.
Nazariyâtı tâlim onda maksud değildir; hem İslâmın vahdanî sîmâsında şu Arabî ibare bir nakş-ı vahdettir; kabûl etmez teksiri.
Hadîs ile âyeti müvazene edersen, bilbedâhe görürsün beşerin en belîği, vahyin de mübelliği, o dahi bâliğ olmaz
Belâgat-ı âyete. O da ona benzemez. Demek ki: Lisan-ı (Ahmedî)’den gelen herbir kelâm her dem onun olamaz.
(*) On sene sonra gelen bir hâdiseyi hissetmiş, mukabeleye çalışmış.