Said Nursî, bâzan bir talebesine Risâle-i Nur’dan okuyuvermek ni’metini lûtfettiği zaman der ki: “Bu benim dersimdir. Ben kendim için okuyorum. Bu risâleyi, şimdiye kadar belki yüz def’a okumuşum. Fakat, şimdi yeni görüyorum gibi tekrar okumağa ihtiyâc ve iştiyâkım var.”
Hem yine der ki: “Ben başkaları için kitab yazmamışım. Kendim için yazmışım. Kur’andan bulduğum bu devâlarımı arzu edenler okuyabilir.” Evet, Bediüzzaman îtikad ediyor ve diyor ki: “Ben, derse, terbiyeye ve nefsimi ıslaha muhtacım.” Bediüzzaman gibi bir zât böyle derse, bizim bu eserlere ne kadar muhtaç olduğumuz artık kıyas edilsin.
Bediüzzaman Said Nursî bütün hayatında, şan ve şöhretten, hürmetten kaçmış ve insânlardan istiğnâ etmiştir. Arabî bir eserinde, şöhret hakkında diyor ki: “Şöhret, ayn-ı riyâdır ve kalbi öldüren zehirli bir baldır. İnsânı, insânlara abd ve köle yapar. Yâni, nam ve şöhret isteyen adam; halklara kendini beğendirmek, sevdirmek için, insânlara riyâkârlık, dalkavukluk yapar. Tasannu’kâr tavırlar takınır. O belâ ve musibete düşersen
de.”
Üstad, şöhretten fiilen ve hâlen bu kadar kaçmasına rağmen, her ne hikmetse, insânlar âdeta bir sevk-i İlâhî varmış gibi, istimdadkârane ona koşmuşlardır ve ona akın etmektedirler. Ve onun mahz-ı hak olan bu kudsî seciyesi, Risâle-i Nur gibi cihanşümûl bir esere hâdim olmuştur...
Bediüzzaman, küçük yaşından beri, halkların mukabilsiz hediyelerinden istiğnâ etmiştir. Hediye kabûl etmemeyi meslek edinmiştir. Zindandan zindana, memleketten memlekete sürgün edildiği zamanlarda, ihtiyarlığın tahmil ettiği zaruretler içinde dahi, bu seksen senelik istiğnâ düsturunu bozmamıştır. En has bir talebesi, bir lokma birşey hediye etse, mukabilini verir; vermese dokunur.
Neden hediye kabûl etmediğinin sebeblerinden birisi olarak der ki: “Bu zaman, eski zaman gibi değildir. Eski zamanda îmanı kurtaran on el varsa, şimdi bire inmiş. Îmansızlığa sevk eden sebebler eskiden on ise, şimdi yüze çıkmış. İşte, böyle bir zamanda îmana hizmet için, dünyaya el atmadım, dünyayı terk ettim.