İstidrac ise, gaflet içinde iken eşya-yı gaybiyenin inkişafından ve garîb fiilleri izhar etmekten ibarettir. Fakat, bu istidrac sâhibi, nefsine istinâd ve iktidarına isnad etmekle enâniyeti, gururu öyle fazlalaşır ki
öokumaya başlar. Lâkin o inkişaf, tasfiye-i nefs ve tenevvür-ü kalb neticesi olduğu takdirde, ehl-i istidrac ile ehl-i kerâmet arasında tabaka-i ûlada fark yoktur. Tam ma’nasiyle fenâya mazhar olanlar ise, onlara da Allah’ın izniyle eşya-yı gaybiye inkişaf eder. Ve onlar da o eşyayı Fenâfillâh olan havaslariyle görürler. Bunun istidracdan farkı pek zâhirdir. Zîra, zâhire çıkan bâtınlarının nurânîyeti, mürâîlerin zulümatiyle iltibas olmaz.
İ’lem Eyyühel-Aziz! Tesbihat, ibâdât, gayr-i mahdud enva’lariyle her şeyde vardır. Fakat, her şeyin kendi tesbihat ve ibâdetini bütün vecihlerini dâima bilip şuur edinmesi lâzım değildir. Çünkü husul huzuru istilzam etmez. Tesbih ve ibâdet edenler, yalnız yaptıkları amelin mahsus bir tesbih veya sıfatı ma’lûm bir ibâdet olduğunu bilirlerse kâfidir. Zâten Ma’bud-u Mutlak’ın ilmi kâfidir. İnsandan mâadâ mahlûkatta teklif olmadığından, onlara niyet lâzım değildir. Ve keza, amellerinin sıfatını bilmek de lâzım değildir.
İ’lem Eyyühel-Aziz! İnsan-ı mü’minin kıymeti, ihtiva ettiği san’at-ı âliye ile esmâ-i hüsnâdan in’ikas eden cilvelerin nakışları nisbetindedir. İnsan-ı kâfirin kıymeti ise, et, kemikten ibaret fâni ve sâkıt maddesinin kıymetiyle ölçülür. Kezalik, bu âlem de, eğer Kur’ânın târif ettiği gibi ma’na-yı harfiyle, yâni Cenâb-ı Hakk’ın azametine bir âlet nazariyle bakılırsa, o nisbette kıymettar olur. Eğer felsefenin dediği gibi, ma’na-yı ismiyle yâni hiç bir fâil, hâlık ile bağlı olmayıp müstakill-i bizzat nazariyle bakılırsa, kıymeti câmid, mütegayyir maddesinde münhasır kalır. Kur’ândan istifade edilen ilmin felsefe ilminden ne derece yüksek olduğu, şu misal ile tebârüz eder:
Bu hükm-ü Kur’ânî esmâ-i hüsnânın cilvelerine bakmak için bir pencere açıyor. Şöyle ki: