Çünkü o muhabbetten yetîmane bir şefkat, me’yusâne bir rikkat tevellüd eder. Bütün zîhayatlara acır; hattâ güzel ve zevâle ma’rûz bütün mahlûkata bir rikkat ve bir firkat hisseder; elinden bir şey gelmez, ye’s-i mutlak içinde elem çeker. Fakat gafletten kurtulan evvelki adam, o şedid şefkatin elemine karşı ulvî bir tiryak bulur ki: Acıdığı bütün zîhayatların mevt ve zevalinde bir Zât-ı Bâkî’nin bâkî esmasının dâimî cilvelerini temsil eden âyine-i ervahları bâkî görür; şefkati, bir sürûra inkılâb eder. Hem zeval ve fenâya ma’rûz bütün güzel mahlûkatın arkasında bir cemâl-i münezzeh ve hüsn-ü mukaddes ihsas eden bir nakş ve tahsin ve san’at ve tezyîn ve ihsan ve tenvir-i dâimîyi görür. O zeval ve fenâyı, tezyîd-i hüsn ve tecdîd-i lezzet ve teşhîr-i san’at için bir tazelendirmek şeklinde görüp, lezzetini ve şevkini ve hayretini ziyâdeleştirir.
Said Nursî