Tılsımlar Mecmuası | Yirminci Mektubun – İkinci Makamı | 36
(33-41)
Şu sırrı başka Sözler'de îzah ettiğimiz gibi, deriz ki: Nasılki nuraniyyet îtibâriyle bir derece kayıdsız olan Güneş'in timsâli, her bir cilâlı parlak şeyde temessül eder. Binlerle, milyonlarla âyineler nuruna mukabil gelse, bir tek âyine gibi inkısam etmeden bizzat herbirinde cilve-i misâliyesi bulunur.
Eğer âyinenin istîdadı olsa, Güneş azametiyle onda âsârını gösterebilir. Bir şey, bir şey'e mâni olamaz. Binler, bir gibi ve binler yere, bir yer gibi kolay girer. Herbir yer, binler yer kadar o güneşin cilvesine mazhar olur.

İşte وَلِلَّهِ اْلمثَلُ الاَعْلَى şu kâinat Sâni-i Zülcelâlinin nur olan bütün sıfâtiyle ve nuranî olan bütün esmâsiyle, teveccüh-ü ehadiyet sırriyle öyle bir tecellisi var ki; hiç bir yerde olmadığı halde, her yerde hâzır ve nâzırdır. Teveccühünde inkısam olmaz. Aynı anda, her yerde, külfetsiz, muzahemesiz her işi yapar. İşte şu imdad-ı Vâhidiyyet ve yüsr-ü Vahdet ve tecellî-i Ehadiyet sırriyledir ki; bütün mevcudat, bir tek Sâni'a verildiği vakit; o bütün mevcûdat, birtek mevcud gibi kolay ve suhuletli olur. Ve her bir mevcud, hüsn-ü san'atça, bütün mevcudat kadar kıymetli olabilir.

Nasıl mevcudatın hadsiz mebzuliyeti içinde, her bir ferdde hadsiz dekaik-ı san'atın bulunması bu hakîkatı gösteriyor. Eğer o mevcudat, doğrudan doğruya birtek Sâni'a verilmezse; o zaman herbir mevcud bütün mevcudat kadar müşkilatlı olur ve bütün mevcudat, bir tek mevcud kıymetine sukut eder, iner. Şu halde ya hiçbir şey vücûda gelmiyecek veya gelse de kıymetsiz, hiçe inecektir.

İşte şu sırdandır ki: Ehl-i felsefenin en ziyade ileri gidenleri olan sofestâiler, tarîk-ı Haktan yüzlerini çevirdiklerinden, küfür ve dalâlet tarîkına bakmışlar; görmüşler ki: Şirk yolu, tarîk-ı Haktan ve tevhid yolundan yüzbin def'a daha müşkilâtlıdır; nihayet derecede gayr-ı mâkuldür. Onun için bilmecburiye, herşey'in vücûdunu inkâr ederek akıldan istifa etmişler.
Ses Yok