Tılsımlar Mecmuası | Yirminci Mektubun – İkinci Makamı | 37
(33-41)
Dördüncüsü: Şu kâinatta, şu görünen ef'al ile tasarruf eden Zât-ı Kadîrin kudretine nisbeten Cennet'in îcadı, bir bahar kadar kolay ve bir baharın îcadı, bir çiçek kadar kolaydır. Ve bir çiçeğin mehasin-i san'atı ve letâif-i hilkati, bir bahar kadar latafetli ve kıymetli olabilir. Şu hakîkatın sırrı üç şeydir:
Birincisi: Sâni'deki vücub ile tecerrüd.
İkincisi: Mahiyetinin mübâyenetiyle adem-i takayyüd.
Üçüncüsü: Adem-i tahayyüz ile adem-i tecezzidir.
Birinci sır: Vücub ve tecerrüdün hadsiz kolaylığa ve nihayetsiz suhulete sebebiyet vermeleri, gayet derin bir sırdır. Onu bir temsil ile fehme takrib edeceğiz.
Şöyle ki:
Vücûd mertebeleri muhteliftir. Ve vücûd âlemleri ayrı ayrıdır. Ayrı ayrı oldukları için, vücûdda rüsuhu bulunan bir tabaka-i vücûdun bir zerresi, o tabakadan daha hafif bir tabaka-i vücûdun bir dağı kadardır ve o dağı istiab eder. Meselâ: Âlem-i Şehadetten olan kafadaki hardal kadar kuvve-i hafıza âlem-i mânadan bir kütübhane kadar vücûdu içine alır.
Ve âlem-i hâricîden olan tırnak kadar bir âyine-i vücûdun, âlem-i misal tabakasından koca bir şehri içine alır. Ve o âlem-i hâricîden olan o âyine ve o hâfızanın şuurları ve kuvve-i icâdiyeleri olsaydı, bir zerrecik vücûd-u hâricîleri kuvvetiyle, o vücûd-u ma’nevîde ve misâlîde hadsiz tasarrufat ve tahavvülât yapabilirlerdi. Demek vücûd rüsuh peyda ettikçe, kuvvet ziyadeleşir; az bir şey, çok hükmüne geçer. Hususan vücûd, rüsuh-u tam kazandıktan sonra, maddeden mücerred ise, kayıd altına girmezse; o vakit cüz'î bir cilvesi, sâir hafif tabakat-ı vücûdun çok âlemlerini çevirebilir.
İşte, وَلِلَّهِ اْلمثَلُ الاَعْلَى şu kâinatın Sâni'-i Zülcelâli, Vâcib-ül-Vücûd'dur. Yâni: O'nun vücûdu; zâtîdir, ezelîdir, ebedîdir, ademi mümteni'dir, zevâli muhaldir ve tabakat-ı vücûdun en râsihi, en esaslısı, en kuvvetlisi, en mükemmelidir. Sâir tabakat-ı vücûd, O'nun vücûduna nisbeten gayet zaif bir gölge hükmündedir.
Birincisi: Sâni'deki vücub ile tecerrüd.
İkincisi: Mahiyetinin mübâyenetiyle adem-i takayyüd.
Üçüncüsü: Adem-i tahayyüz ile adem-i tecezzidir.
Birinci sır: Vücub ve tecerrüdün hadsiz kolaylığa ve nihayetsiz suhulete sebebiyet vermeleri, gayet derin bir sırdır. Onu bir temsil ile fehme takrib edeceğiz.
Şöyle ki:
Vücûd mertebeleri muhteliftir. Ve vücûd âlemleri ayrı ayrıdır. Ayrı ayrı oldukları için, vücûdda rüsuhu bulunan bir tabaka-i vücûdun bir zerresi, o tabakadan daha hafif bir tabaka-i vücûdun bir dağı kadardır ve o dağı istiab eder. Meselâ: Âlem-i Şehadetten olan kafadaki hardal kadar kuvve-i hafıza âlem-i mânadan bir kütübhane kadar vücûdu içine alır.
Ve âlem-i hâricîden olan tırnak kadar bir âyine-i vücûdun, âlem-i misal tabakasından koca bir şehri içine alır. Ve o âlem-i hâricîden olan o âyine ve o hâfızanın şuurları ve kuvve-i icâdiyeleri olsaydı, bir zerrecik vücûd-u hâricîleri kuvvetiyle, o vücûd-u ma’nevîde ve misâlîde hadsiz tasarrufat ve tahavvülât yapabilirlerdi. Demek vücûd rüsuh peyda ettikçe, kuvvet ziyadeleşir; az bir şey, çok hükmüne geçer. Hususan vücûd, rüsuh-u tam kazandıktan sonra, maddeden mücerred ise, kayıd altına girmezse; o vakit cüz'î bir cilvesi, sâir hafif tabakat-ı vücûdun çok âlemlerini çevirebilir.
İşte, وَلِلَّهِ اْلمثَلُ الاَعْلَى şu kâinatın Sâni'-i Zülcelâli, Vâcib-ül-Vücûd'dur. Yâni: O'nun vücûdu; zâtîdir, ezelîdir, ebedîdir, ademi mümteni'dir, zevâli muhaldir ve tabakat-ı vücûdun en râsihi, en esaslısı, en kuvvetlisi, en mükemmelidir. Sâir tabakat-ı vücûd, O'nun vücûduna nisbeten gayet zaif bir gölge hükmündedir.
Ses Yok