Vücûd-u insân, tavırdan tavıra geçtikçe acib ve muntâzam inkılâblar geçiriyor. Nutfeden alâkaya, alâkadan mudgaya, mudgadan azm ve lâhme, azm ve lâhmden halk-ı cedîde yâni insân sûretine inkılâbı, gayet dakik düsturlara tâbi’dir. O tavırların herbirisinin öyle kavânin-i mahsusa ve öyle nizâmat-ı muayyene ve öyle harekât-ı muttarideleri vardır ki; cam gibi, altında bir kasd, bir irade, bir ihtiyar, bir hikmetin cilvelerini gösterir.
İşte şu tarzda o vücûdu yapan Sâni’-i Hakîm, her sene bir libas gibi o vücûdu değiştirir. O vücûdun değiştirilmesi ve bekası için inhilâl eden eczaların yerini dolduracak, çalışacak yeni zerrelerin gelmesi için bir terkibe muhtaçtır.
İşte o beden hüceyreleri, muntâzam bir kanun-u İlâhî ile yıkıldığından yine muntâzam bir kanun-u Rabbânî ile tâmir etmek için rızık namıyla bir madde-i lâtifeyi ister ki, o beden uzuvlarının ayrı ayrı hâcetleri nisbetinde Rezzak-ı Hakikî, bir kanun-u mahsus ile taksim ve tevzi ediyor. Şimdi O Rezzak-ı Hakîm’in gönderdiği o madde-i lâtifenin etvârına bak; göreceksin ki; o maddenin zerratı bir kafile gibi küre-i havada, toprakta, suda dağılmış iken; birden hareket emrini almışlar gibi bir hareket-i kasdîyi işmam eden bir keyfiyet ile toplanıyorlar. Güya onlardan herbir zerre, bir vazife ile, bir muayyen mekâna gitmek için me’murdur gibi gayet muntâzam toplanıyorlar.
Hem gidişatından görünüyor ki, bir Fâil-i Muhtar’ın bir kanun-u mahsusu ile sevkedilip, cemâdat âleminden mevâlide, yâni zîhayat âlemine girerler. Sonra nizâmat-ı muayyene ve harekât-ı muttaride ile ve desâtir-i mahsusa ile rızk olarak bir bedene girip; o beden içinde dört matbahta pişirildikten sonra ve dört inkılâbat-ı acibeyi geçirdikten sonra ve dört süzgeçten süzüldükten sonra bedenin aktarına yayılarak bütün muhtaç olan âzaların muhtelif, ayrı ayrı derece-i ihtiyâclarına göre Rezzak-ı Hakikî’nin inâyetiyle ve muntâzam kanunları ile inkısam ederler.
İşte o zerrattan hangi zerreye bir nazar-ı hikmetle baksan göreceksin ki: Basîrane, muntâzamâne, semîane, alîmâne sevk olunan o zerreye, kör ittifak, kanunsuz tesadüf, sağır tabiat, şuursuz esbab, hiç ona karışamaz. Çünki herbirisi unsur-u muhitten tut, tâ beden hüceyresine kadar hangi tavra girmiş ise, o tavrın kavanin-i muayyenesi ile güya ihtiyaren amel ediyor, muntâzaman giriyor. Hangi tabakaya sefer etmiş ise, öyle muntâzam adım atıyor ki; bilbedâhe bir Sâik-i Hakîm’in emri ile gidiyor gibi görünüyor.
İşte böyle muntâzam tavırdan tavıra, tabakadan tabakaya git gide hedef ve maksadından ayrılmayarak tâ makam-ı lâyıkına, meselâ Tevfik’in gözbebeğine Emr-i Rabbânî ile girer, oturur, çalışır. İşte bu halde, yâni erzaktaki tecelli-i Rubûbiyyet gösteriyor ki; ibtidâ o zerreler muayyen idiler, muvazzaf idiler, o makamlar için namzed idiler. Güya herbirisinin alnında ve cephesinde “Filân hüceyrenin rızkı olacak” yazılı gibi bir intizâmın vücûdu, her adamın alnında kalem-i kader ile rızkı yazılı olduğuna ve rızkı üstünde isminin yazılı olmasına işaret eder.