Bahar gibi zînetli meşherlere muhabbet ise: Mâdem san’at-ı İlâhiyyeyi seyran itibariyledir. O baharın gitmesiyle, temâşâ lezzeti zail olmaz. Çünki bahar, yaldızlı bir mektub gibi.. verdiği manaları her vakit temâşâ edebilirsin. Senin hayâlin ve zaman, ikisi de sinema şeritleri gibi sana o temâşâ lezzetini idame ettirmekle beraber o baharın mânalarını, güzelliklerini sana tazelendirirler. O vakit muhabbetin esefli, elemli, muvakkat olmaz. Lezzetli, safalı olur.
Dünyaya muhabbetin ise: Mâdem Cenâb-ı Hakk’ın nâmınadır. O vakit dünyanın dehşetli mevcûdâtı, sana ünsiyetli bir arkadaş hükmüne geçer. Mezraa-i âhiret cihetiyle sevdiğin için, her şey’inde, âhirete faide verecek bir sermaye, bir meyve alabilirsin. Ne musibetleri sana dehşet verir, ne zeval ve fenası sana sıkıntı verir. Kemâl-i rahatla o misafirhanede müddet-i ikametini geçirirsin. Yoksa, ehl-i gaflet gibi seversen, yüz defa sana söylemişiz ki: Sıkıntılı, ezici, boğucu, fenaya mahkûm, neticesiz bir muhabbet içinde boğulur, gidersin.
İşte bâzı mahbubların, Kur’anın irşad ettiği sûrette olduğu vakit, herbirisinden yüzde ancak bir letâfetini gösterdik. Kur’anın gösterdiği yolda olmazsa, yüzden bir mazarratına işaret ettik. Şimdi şu mahbubların dâr-ı bekada, âlem-i âhirette, Kur’an-ı Hakîm’in âyât-ı beyyinatıyla işaret ettiği neticeleri işitmek ve anlamak istersen, işte o çeşit meşrû muhabbetlerin dâr-ı âhiretteki neticelerini “Bir Mukaddeme” ve “Dokuz İşaret”le yüzden bir faidesini icmâlen göstereceğiz:
MUKADDEME: Cenâb-ı Hak, celîl ulûhiyyetiyle, cemîl rahmetiyle, kebîr rubûbiyyetiyle, kerîm re’fetiyle, azîm kudretiyle, lâtif hikmetiyle, şu küçük insânın vücûdunu bu kadar havas ve hissiyat ile, bu derece cevarih ve cihazât ile ve muhtelif âzâ ve âlât ile ve mütenevvi letâif ve ma’nevîyat ile, techiz ve tezyin etmiştir ki; tâ, mütenevvi ve pekçok âlât ile, hadsiz envâ-ı ni’metini aksâm-ı ihsanatını, tabakat-ı rahmetini, o insâna ihsas etsin, bildirsin, tattırsın, tanıttırsın. Hem, tâ binbir esmâsının hadsiz envâ-ı tecelliyatlarını, insâna o âlât ile bildirsin, tarttırsın, sevdirsin. Ve o insândaki pek kesretli âlât ve cihazâtın herbirisinin ayrı ayrı hizmeti, ubûdiyyeti olduğu gibi, ayrı ayrı lezzeti, elemi, vazifesi ve mükâfatı vardır. Meselâ: Göz, sûretlerdeki güzelliklerini ve âlem-i mubsıratta, güzel mu’cizât-ı kudretin envâını temaşa eder. Vazifesi, nazar-ı ibretle Sâniine şükrandır. Nazara mahsus lezzet ve elem mâlûmdur, târife hâcet yok. Meselâ: Kulak, sadaların envâ’larını, lâtif nağmelerini ve mesmûat âleminde Cenâb-ı Hakk’ın letâif-i rahmetini hisseder. Ayrı bir ubûdiyyet, ayrı bir lezzet, ayrı da bir mükâfatı var.