Mektubat | On Dördüncü ve On Beşinci Mektup | 59
(50-60)

Öyle de: Zîşuur olan ervâh-ı bâkiye, kâinatla alâkadar oldukları için, kâinatın hâdisat-ı azîmesinden derecelerine göre müteessir olmalarını; ehl-i azâb ise elemkârane, ehl-i saâdet ise hayretkârane, istiğrabkârâne, belki bir cihette istibşarkârâne teessüratları bulunmasını, işârât-ı Kur’âniye gösteriyor. Zîra Kur’ân-ı Hakîm, her zaman kıyametin acâibini tehdid sûretinde zikrediyor. “Göreceksiniz...” diyor. Halbuki cism-i insanî ile onu görenler, kıyamete yetişenlerdir. Demek, kabirde cesedleri çürüyen ervahların da o tehdid-i Kur’âniyeden hisseleri var.

Altıncı suâlinizin meali:

Bu âyetin âhirete, Cennet’e, Cehennem’e ve ehillerine şümûlü var mı, yok mu?

Elcevab: Şu mes’ele, pek çok ehl-i tahkik ve ehl-i keşif ve ehl-i velâyetin medâr-ı bahsi olmuş. Şu mes’elede söz onlarındır. Hem de şu âyetin çok genişliği ve çok merâtibi var. Ehl-i tahkîkin bir kısmı ekseri demişler ki: Âlem-i Bekaya şümûlü yok. Diğer kısmı ise: Âni olarak onlar da az bir zamanda, bir nevi helâkete mazhar olurlar. O kadar az bir zamanda oluyor ki, fenaya gidip gelmiş hissetmeyecekler. Amma ba’zı müfrit fikirli ehl-i keşfin hükmettikleri fenâ-yı mutlak ise, hakîkat değildir. Çünkü Zât-ı Akdes-i İlâhî mâdem sermedî ve dâimîdir; elbette sıfâtı ve esmâsı dahi sermedî ve dâimîdirler. Mâdem sıfâtı ve esmâsı dâimî ve sermedîdirler; elbette onların âyineleri ve cilveleri ve nakışları ve mazharları olan Âlem-i Bekadaki bâkiyat ve ehl-i beka, fenâ-yı mutlaka bizzarure gidemez.

Kur’ân-ı Hakîm’in feyzinden şimdilik iki nokta hâtıra gelmiş, icmâlen yazacağız:

Birincisi: Cenâb-ı Hak öyle bir Kadîr-i Mutlak’tır ki; adem ve vücûd, kudretine ve iradesine nisbeten iki menzil gibi, gâyet kolay bir sûrette oraya gönderir ve getirir. İsterse bir günde, isterse bir anda oradan çevirir. Hem adem-i mutlak zâten yoktur, çünkü bir ilm-i muhît var. Hem dâire-i ilm-i İlâhînin harici yok ki, birşey ona atılsın. Dâire-i ilim içinde bulunan adem ise, adem-i haricîdir ve vücûd-u ilmîye perde olmuş bir ünvandır. Hatta bu mevcudat-ı ilmiyeye ba’zı ehl-i tahkik “Âyân-ı sâbite” ta’bir etmişler. Öyle ise fenaya gitmek, muvakkaten haricî libasını çıkarıp, vücûd-u ma’nevîye ve ilmîye girmektir. Yâni hâlik ve fâni olanlar; vücûd-u haricîyi bırakıp, mâhiyetleri bir vücûd-u ma’nevî giyer, dâire-i kudretten çıkıp dâire-i ilme girer.

Dinle
-