ulûhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir. Nasıl bir pâdişâhı tanımayan ve ordudaki zâbitan ve efrad onun askerleri olduğunu kabûl etmiyen vahşî bir adam, herkese, her askere bir nevi pâdişâhlık ve bir gûna hâkimiyet verir. Öyle de: Allah’ı inkâr eden o cereyan efradları, birer küçük Nemrud hükmünde nefislerine birer rubûbiyet verir. Ve onların başına geçen en büyükleri, ispirtizma ve manyetizmanın hâdisatı nev’inden müdhiş hârikalara mazhar olan Deccal ise; daha ileri gidip, cebbarâne surî hükümetini bir nevi rubûbiyet tasavvur edip ulûhiyetini ilân eder. Bir sineğe mağlûb olan ve bir sineğin kanadını bile îcad edemeyen âciz bir insanın ulûhiyet da’va etmesi, ne derece ahmakcasına bir maskaralık olduğu ma’lûmdur.
İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsâ Aleyhisselâm’ın şahsiyet-i ma’nevîyesinden ibaret olan hakîki İsevîlik dîni zuhur edecek, yâni Rahmet-i İlâhîyenin semâsından nüzûl edecek; hâl-i hazır Hıristiyanlık dîni o hakîkata karşı tasaffi edecek, hurâfattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakâik-i İslâmiye ile birleşecek; ma’nen Hıristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılâb edecektir... Ve Kur’ân’a iktidâ ederek, o İsevîlik şahs-ı ma’nevîsi tâbi’; ve İslâmiyet metbu’ makamında kalacak; din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır. Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlûb olan İsevîlik ve İslâmiyet; ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak isti’dâdında iken, âlem-i semavâtta cism-i beşerîsiyle bulunan şahs-ı İsâ Aleyhisselâm, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sâdık, bir Kadir-i Külli Şey’in va’dine istinâd ederek haber vermiştir. Mâdem haber vermiş, haktır; mâdem Kadir-i Külli Şey’ va’detmiş, elbette yapacaktır. Evet, her vakit semavâttan melâikeleri yere gönderen ve ba’zı vakitte insan sûretine vaz’eden (Hazret-i Cibrîl’in “Dıhye” sûretine girmesi gibi) ve ruhanîleri âlem-i ervahtan gönderip beşer sûretine temessül ettiren, hatta ölmüş evliyâların çoklarının ervahlarını cesed-i misâliyle dünyaya gönderen bir Hakîm-i Zülcelâl, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ı, İsâ dinine âid en mühim bir hüsn-ü hâtimesi için, değil semâ-i dünyada cesediyle bulunan ve hayatta olan Hazret-i İsâ, belki âlem-i âhiretin en uzak köşesine gitseydi ve hakîkaten ölseydi, yine şöyle bir netice-i azîme için ona yeniden cesed giydirip dünyaya göndermek, o Hakîm’in hikmetinden uzak değil..belki onun hikmeti öyle iktiza ettiği için va’detmiş ve va’dettiği için elbette gönderecek.
Hazret-i İsâ Aleyhisselâm geldiği vakit, herkes onun hakîki İsâ olduğunu bilmek lâzım değildir. Onun mukarreb ve havassı, nûr-u îman ile O’nu tanır. Yoksa bedâhet derecesinde herkes onu tanımayacaktır.