Mektubat | On Dokuzuncu Mektup | 192
(88-221)

Demek Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Vahdâniyet-i İlâhîyyeye ve saâdet-i ebediyyeye bir bürhan-ı nâtık-ı sâdık ve musaddaktır.

İkinci Esas: Hem O delil-i sâdık ve musaddak, mâdem umum enbiyanın fevkinde binler mu’cizât ve neshedilmeyen bir şerîat ve umum cin ve inse şâmil bir da’vet sâhibi olduğundan, elbette umum enbiyânın reisidir. Öyle ise, umum enbiyânın mu’cizâtlarının sırrını ve ittifaklarını câmi’dir. Demek bütün enbiyânın kuvvet-i icma’ı ve mu’cizâtlarının şehâdeti, O’nun sıdk ve hakkaniyetine bir nokta-i istinâd teşkil eder. Hem O’nun terbiyesi ve irşâdı ve nur-u Şerîatiyle kemâl bulan bütün evliyâ ve asfiyanın sultanı ve üstâdıdır. Öyle ise, onların sırr-ı kerâmetlerini ve icma’kârâne tasdiklerini ve tahkiklerinin kuvvetini câmi’dir. Çünkü; onlar üstadlarının açtığı ve kapıyı açık bıraktığı yolda gitmişler, hakîkatı bulmuşlar. Öyle ise, onların bütün kerâmetleri ve tahkikatları ve icma’ları, O mukaddes üstadlarının sıdk ve hakkaniyeti için bir nokta-i istinâd te’min eder. Hem O bürhan-ı Vahdâniyet, sâbık işâretlerde görüldüğü gibi; o kadar kat’i, yakînî ve bâhir mu’cizeleri ve hârika irhâsatları ve şübhesiz delâil-i nübüvveti var ve O zâtı öyle bir tasdik ediyor ki, kâinat toplansa onların tasdikini ibtal edemez!

Üçüncü Esas: Hem O mu’cizât-ı bâhire sâhibi olan Vahdâniyet Dellâlı ve Saâdet-i Ebediyye Müjdecisi, kendi zât-ı mübârekinde öyle ahlâk-ı âliyye ve vazife-i risâletinde öyle secâyâ-yı sâmiye ve tebliğ ettiği şerîat ve dininde öyle hasâil-i gâliye vardır ki; en şedît düşman dahi O’nu tasdik ediyor, inkâra mecal bulamıyor. Mâdem zâtında ve vazifesinde ve dîninde, en yüksek ve güzel ahlâkları ve en ulvî ve mükemmel seciyeleri ve en kıymetdar ve makbûl hasletleri bulunuyor; elbette O zât, mevcûdâttaki kemâlâtın ve ahlâk-ı âliyyenin misâli ve mümessili ve timsâli ve üstadıdır. Öyle ise, zâtında ve vazifesinde ve dininde şu kemâlât ise; hakkaniyetine ve sıdkına o kadar kuvvetli bir nokta-i istinâddır ki, hiçbir cihette sarsılmaz.

Dördüncü Esas: Hem mâden-i kemâlât ve muallim-i ahlâk-ı âliye olan O dellâl-ı Vahdâniyet ve Saâdet, kendi kendine söylemiyor; belki söylettiriliyor. Evet Hâlık-ı Kâinat tarafından söylettiriliyor. Üstad-ı Ezelîsinden ders alır; sonra ders verir. Çünkü sâbık işâretlerde kısmen beyân edilen binler delâil-i nübüvvetle; Hâlık-ı Kâinat bütün o mu’cizâtı O’nun elinde halketmekle gösterdi ki; O, O’nun hesabına konuşuyor, O’nun kelâmını tebliğ ediyor. Hem O’na gelen Kur’ân ise; içinde, dışında kırk vech-i i’câz ile gösterir ki, O Cenâb-ı Hakk’ın tercümanıdır. Hem O kendi zâtında bütün ihlâsiyle ve takvasiyle ve ciddiyetiyle ve emanetiyle ve sâir bütün ahval ve etvariyle gösterir ki; O kendi nâmına, kendi fikriyle demiyor.. belki Hâlıkı nâmına konuşuyor.

Dinle
-