gibi âyetlerle, o derece hârika bir ulviyet-i üslûb ve i’cazkârane bir cem’iyet içinde hallakıyetin hakîkatını hayale tasvir ediyor, gösteriyor ki: “Sâni’-i Âlem olan şu kâinatın ustası, iş başında olarak Şems ve Kamer’i hangi çekiç ile yerlerine çakıyorsa; aynı çekiç ile, aynı anda zerreleri yerlerine meselâ zîhayatların gözbebeklerinde yerleştiriyor. Semavâtı hangi ölçü ile, hangi ma’nevî âlet ile tertib edip açıyorsa; aynı anda, aynı tertib ile gözün perdelerini açar, yapar, tanzim eder, yerleştirir. Hem Sâni’-i Zülcelâl ma’nevî kudretin hangi ma’nevî çekici ile yıldızları göklere çakıyorsa, aynı o ma’nevî çekiç ile, beşerin sîmasındaki hadsiz alâmeti farika noktalarını ve zâhirî ve bâtınî duygularını yerlerine nakşediyor” diye ifade eder. Demek o Sâni’-i Zülcelâl iş başında... İşlerini hem göze, hem kulağa göstermek için, âyâtı Kur’âniyye ile, bir çekici zerreye vuruyor; aynı âyetin diğer kelimesiyle, o çekici Şems’e vuruyor; merkezine çakar gibi ulvî üslûb ile vahdâniyeti aynı ehadiyet içinde ve nihayet celâli nihayet cemâl içinde ve nihayet azameti nihayet hafâ içinde ve nihayet vüs’ati nihayet dikkat içinde ve nihayet haşmeti nihayet rahmet içinde ve nihayet bu’diyeti nihayet kurbiyet içinde gösterir. Muhal telakki edilen cem’-i ezdâdın en uzak mertebesini, vâcib derecesindeki bir sûretini ifade eder, isbat edip gösterir. İşte bu tarz ifadesi ve üslûbudur ki; en hârika edibleri, belâğatına secde ettiriyor.
Hem meselâ:
âyetiyle, şöyle bir üslûbu âlî ile saltanatı rubûbiyetindeki haşmeti gösterir. Şöyleki: