Mektubat | Yirmi Dokuzuncu Mektub | 396
(390-463)

Gördüm ki: Dâhil olduğum cemâat üç dâireye ayrıldı:

Birinci Dâire: Rûy-i zemînde mü’minler ve muvahhidîndeki cemâatı uzmâ.

İkinci Dâire: Baktım, umum mevcûdât, bir salâtı kübrâda, bir tesbihatı uzmada, her tâife kendine mahsus salâvat ve tesbihat ile meşgul bir cemâat içindeyim. “Vezâif-i Eşya” ta’bir edilen hidemât-ı meşhûde, onların ubûdiyetlerinin ünvanlarıdır. O halde “Allahu Ekber” deyip hayretten başımı eğdim, nefsime baktım:

Üçüncü bir dâire içinde, hayret-engiz zâhiren ve keyfiyeten küçük, hakîkaten ve vazifeten ve kemmiyeten büyük, bir küçük âlemi gördüm ki zerrâtı vücûdiyemden tâ havassı zâhiriyeme kadar, tâife tâife vazife-i ubûdiyetle ve şükraniye ile meşgul bir cemâat gördüm. Bu dâirede, kalbimdeki lâtife-i Rabbânîyyem, o cemâat nâmına diyor. Nasıl, evvelki iki cemâatte de lîsanım, o iki cemâatı uzmayı niyet ederek demişti.

Elhasıl: “Na’büdü” nûn’u, şu üç cemâate işâret ediyor. İşte bu halette iken birden Kur’ânı Hakîm’in tercümanı ve mübelliği olan Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın, Medine-i Münevvere denilen ma’nevî minberinde, şahsiyet-i ma’nevîyesi, haşmetiyle temessül ederek, itâbını,ma’nen herkes gibi ben de işitip; o üç cemâatte herkes benim gibi ile mukabele ediyor tahayyül ettim. kaidesince, şöyle bir hakîkat fikre göründü ki:

Mâdem bütün âlemlerin Rabbi, insanları muhatab ittihaz edip, umum mevcûdâtla konuşur ve şu Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o hitabı izzeti, nev’-i beşere belki umum zîruha ve zîşuura tebliğ ediyor. İşte bütün mâzî ve müstakbel, zamanı hazır hükmüne geçti; bütün nev’-i beşer bir mecliste, safları muhtelif bir cemâat şeklinde olarak; o hitab, o sûretle onlara ediliyor.

Dinle
-