Tılsımlar Mecmuası | Yirmi Sekizinci Sözün İkinci Suâlinin Cevabındaki | 138
(135-143)
meşruanın cezası, merhametsiz bir musîbettir. Rahmân-ür-Rahîm ismiyle, hurilerle müzeyyen Cennet gibi senin bütün arzularına câmi' bir meskeni, senin cismanî hevesatına ihzar eden ve sair esmâsiyle senin ruhun, kalbin, sırrın, aklın ve sair letâifin arzularını tatmin edecek ebedî ihsanatını o Cennet'te sana müheyya eden ve herbir isminde mânevî çok hazine-i ihsan ve kerem bulunan bir Mahbub-u Ezelî'in elbette bir zerre muhabbeti, kâinata, bedel olabilir. Kâinat O'nun bir cüz'î tecelli-i muhabbetine bedel olamaz. Öyle ise, O Mahbub-u Ezelî'nin kendi Habibine söylettirdiği şu Fermân-ı Ezelîyi dinle, ittiba et:
اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللهَ فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ الله
İkinci Meyve: Ey nefis! Ubûdiyet, mukaddeme-i mükâfât-ı lâhika değil, belki netice-i ni'met-i sâbıkadır. Evet, biz ücretimizi almışız. Ona göre hizmetle ve ubûdiyyetle muvazzafız. Çünki: Ey nefis! Hayr-ı mahz olan vücudu sana giydiren Hâlik-ı Zülcelâl, sana iştihalı bir mîde verdiğinden Rezzak ismiyle bütün ma'ûmatı bir sofra-i nimet içinde senin önüne koymuştur. Sonra sana hassasiyetli bir hayat verdiğinden, o hayat dahi bir mîde gibi rızık ister. Göz, kulak gibi bütün duyguların, eller gibidir ki, ruy-i zemin kadar geniş bir sofra-i ni'meti, o ellerin önüne koymuştur. Sonra mânevi çok rızık ve ni'metler istiyen insaniyeti sana verdiğinden, âlem-i mülk ve melekût gibi geniş bir sofra-i ni'met, o mîde-i insaniyetin önüne ve aklın eli yetişecek nisbette sana açmıştır. Sonra nihayetsiz ni'metleri isteyen ve hadsiz rahmetin meyveleriyle tagaddi eden ve insâniyet-i kübrâ olan İslâmiyeti ve îmanı sana verdiğinden, daire-i mümkinat ile beraber Esmâ-i Hüsnâ ve sıfât-ı mukaddesenin dairesine şâmil bir sıfra-i ni'met ve saadet ve lezzet sana fethetmiştir. Sonra imanın bir nuru olan muhabbeti sana vermekle, gayr-i mütenâhi bir sofra-i ni'met ve saadet ve lezzet sana ihsan etmiştir. Yâni, cismaniyetin itibâriyle küçük, zaif, âciz zelîl, mukayyed, mahdut bir cüz'sün. O'nun ihsaniyle cüz'î bir cüz'den, küllî bir küll-ü nûrani hükmüne geçtin. Zira, hayatı sana vermekle, cüz'iyetten bir nevi külliyete; ve insaniyyeti vermekle hakikî külliyete; ve İslâmiyeti vermekle ulvî ve nûrani bir külliyete; ve mârifet ve muhabbeti vermekle muhit bir nura seni çıkarmış.
İşte ey nefis! sen bu ücreti almışsın. Ubûdiyyet gibi lezzetli, ni'metli, rahatlı, hafif bir hizmetle mükellefsin. Halbuki, buna da tenbellik ediyorsun. Eğer yarım yamalak yapsan da, güya eski ücretleri kâfi gelmiyormuş gibi, çok büyük şeyleri mütehakkimâne istiyorsun. Ve hem, "Niçin duam kabûl olmadı" diye nazlanıyorsun. Evet senin hakkın naz değil, niyazdır. Cenâb-ı Hak, Cenneti ve saadet-i ebediyyeyi, mahz-ı fazl ve keremiyle ihsan eder. Sen, dâima rahmet ve keremine iltica et. Ona güven ve şu fermânı dinle:
اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللهَ فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ الله
İkinci Meyve: Ey nefis! Ubûdiyet, mukaddeme-i mükâfât-ı lâhika değil, belki netice-i ni'met-i sâbıkadır. Evet, biz ücretimizi almışız. Ona göre hizmetle ve ubûdiyyetle muvazzafız. Çünki: Ey nefis! Hayr-ı mahz olan vücudu sana giydiren Hâlik-ı Zülcelâl, sana iştihalı bir mîde verdiğinden Rezzak ismiyle bütün ma'ûmatı bir sofra-i nimet içinde senin önüne koymuştur. Sonra sana hassasiyetli bir hayat verdiğinden, o hayat dahi bir mîde gibi rızık ister. Göz, kulak gibi bütün duyguların, eller gibidir ki, ruy-i zemin kadar geniş bir sofra-i ni'meti, o ellerin önüne koymuştur. Sonra mânevi çok rızık ve ni'metler istiyen insaniyeti sana verdiğinden, âlem-i mülk ve melekût gibi geniş bir sofra-i ni'met, o mîde-i insaniyetin önüne ve aklın eli yetişecek nisbette sana açmıştır. Sonra nihayetsiz ni'metleri isteyen ve hadsiz rahmetin meyveleriyle tagaddi eden ve insâniyet-i kübrâ olan İslâmiyeti ve îmanı sana verdiğinden, daire-i mümkinat ile beraber Esmâ-i Hüsnâ ve sıfât-ı mukaddesenin dairesine şâmil bir sıfra-i ni'met ve saadet ve lezzet sana fethetmiştir. Sonra imanın bir nuru olan muhabbeti sana vermekle, gayr-i mütenâhi bir sofra-i ni'met ve saadet ve lezzet sana ihsan etmiştir. Yâni, cismaniyetin itibâriyle küçük, zaif, âciz zelîl, mukayyed, mahdut bir cüz'sün. O'nun ihsaniyle cüz'î bir cüz'den, küllî bir küll-ü nûrani hükmüne geçtin. Zira, hayatı sana vermekle, cüz'iyetten bir nevi külliyete; ve insaniyyeti vermekle hakikî külliyete; ve İslâmiyeti vermekle ulvî ve nûrani bir külliyete; ve mârifet ve muhabbeti vermekle muhit bir nura seni çıkarmış.
İşte ey nefis! sen bu ücreti almışsın. Ubûdiyyet gibi lezzetli, ni'metli, rahatlı, hafif bir hizmetle mükellefsin. Halbuki, buna da tenbellik ediyorsun. Eğer yarım yamalak yapsan da, güya eski ücretleri kâfi gelmiyormuş gibi, çok büyük şeyleri mütehakkimâne istiyorsun. Ve hem, "Niçin duam kabûl olmadı" diye nazlanıyorsun. Evet senin hakkın naz değil, niyazdır. Cenâb-ı Hak, Cenneti ve saadet-i ebediyyeyi, mahz-ı fazl ve keremiyle ihsan eder. Sen, dâima rahmet ve keremine iltica et. Ona güven ve şu fermânı dinle:
Ses Yok