Ve keza, bakıyoruz ki, kâinatta herhangi bir şey, hadd-i kemâle vâsıl olmayınca hareket etmekten durmuyor. Kemâline vâsıl olduğu zaman hareketi terk edip sükûnda oturur. Bundan anlaşılıyor ki, vücûd kemâli ister, kemâl de sübutu iktizâ eder. Öyle ise, vücûdun vücûdu kemâl iledir. Kemâlin kemâli de devam ile olur. Öyle ise, bir vâcib-i sermedî, kâmil-i mutlak var ki, mümkinatın bütün kemâlâtı, O’nun nur-u kemâlinin cilvelerine birer gölgedir. Öyle ise Cenâb-ı Hak zâtında, sıfatında, ef’alinde kâmili mutlaktır.
Ve keza, her şeyin bâtını zâhirinden daha lâtif, daha şeffaftır. Bu ise, Sâniin o şeyden hâriç ve ba’id olmamasına delâlet eder. O şeyin sâir eşya ile nizam ve müvâzenesinin Sânii tarafından te’min edildiği cihetle de, Sâniin o şeyde dahil olmamasını iktizâ eder. Öyle ise, bir masnûun zâtına bakılırsa, Sâniin ilim ve hikmeti görünür. Gayrısiyle birlikte bakılırsa, Sâniin fevkalküll bir sem’ ve basara mâlik olduğu görünür. Bu hakîkatten anlaşıldı ki: Sâni-i âlem, âlemde dahil olmadığı gibi âlemden hâriç de değildir. İlmi ve kudreti ile herşeyin içinde olduğu gibi, her şeyin fevkindedir. Bir şeyi gördüğü gibi, bütün eşyayı da beraber görür.
Bu hakîkatler, kavs-i kuzeh renkleri gibi mâcun, bir takım nurânî âyetlerdir. Kâinat bütün evsâf-ı kemâliyye ile muttasıf bir Hâlıkın vücub-u vücûd ve vahdetine delâlet eder. Evet, kâinat, o Hâlıkın nurunun gölgesi, esmâsının tecelliyatı, ef’alinin âsârıdır.
Arkadaş! Kâinatın şu geçen hakîkatların lîsaniyle söylediği delâiliyle ı isbat eder. Ve keza, hakîkatı ı istilzam ediyor. da, îmanın beş rüknünü tazammun ettiği gibi, sıfat-ı Rubûbiyete de mazhar ve mir’attır. Bu sırra binâendir ki, îmanın mîzan ve terazisinde ile karîn ve muvazi olmuştur.