Nübüvvet, sıfât-ı rubûbiyete nâzır ve mazhar olduğundan, umûmî bir câmiiyete mâliktir. Velâyet ise, husûsi ve cüz’îdir. Aralarındaki nisbet ile arasındaki nisbet gibidir ki, birisinde izafe umûmîdir, ötekisinde husûsidir. Veya arzdan arşa olan mi’racla secdedeki mi’rac arasında veya arş ile kalb arasındaki nisbet gibidir.
Arkadaş! Şu yüksek olan matluba zikrettiğimiz bürhanlar, matlubu ihâta eden bir dâiredir. Matlub olan vücub-u vücûd ve vahdet o dâirenin merkezindedir. Dâireyi teşkil eden bürhanların her birisi, parmağını uzatıp, matlubun hak ve sâdık olduğuna imza atıyorlar. O bürhanlardan zayıf olanların aralarında tesanüd vardır. Yâni, birbirini te’yid ve takviye etmekle, zayıf bürhanların za’fiyeti zâil olur. Zâil olmasa bile i’tibârdan düşmez. İ’tibârdan düşse bile, dâirenin bozulmasına sebeb olmaz. Ancak dâire küçülür.
Maahazâ, bürhanların hey’et-i mecmûasına terettüb eden matlubun kuvvet ve vuzuhunu her fertten istemek ve her fertte aramak, aklın hastalığına, zihnin cüz’iyetine işâret olup, matlubu red ve inkâr için bir zemîn teşkil ediyor. Binâenaleyh, bir bürhana bakıldığı zaman za’fiyetten dolayı vehimler başgösterirse, öteki bürhanlardan süzülen kuvvet ile ortada za’fiyet kalmaz, vehimler de dağılır.
Maahazâ, ba’zı bürhanlar suya benziyor, bir kısmı da havaya benziyor, bir kısmı da ziyâ gibidir. Binâenaleyh, bu gibi bürhanları gâyet lâtif ve dikkatli ince bir fikir ile arayıp tutmalıdır ki, dökülmesin, sönmesin, uçmasın!