İşte sahabe ve asfiyâ-i müçtehidîn ve eimme-i Ehl-i Beyt,
derler ki, Cenâb-ı Hakk’ın bütün esmâsiyle hakîki bir sûrette tecelliyatı var. Bütün eşyanın, O’nun îcadiyle bir vücûd-u ârızîsi vardır. Ve o vücûd çendan Vâcibü’l-Vücûd’un vücûduna nisbeten gayet zaîf ve kararsız bir zıl, bir gölgedir; fakat hayâl değil, vehim değildir. Cenâb-ı Hak, Hallâk ismiyle vücûd veriyor ve o vücûdu idame ediyor.
İkinci Temsil: Meselâ şu menzilin dört duvarında dört tane endam âyinesi bulunsa, herbir âyine içinde her ne kadar o menzil öteki üç âyine ile beraber irtisam ediyor.. fakat herbir âyine, kendinin hey’etine ve rengine göre eşyayı kendi içinde ihtiva eyler; kendine mahsus misâlî bir menzil hükmündedir. İşte şimdi iki adam o menzile girse; birisi birtek âyineye bakar, der ki: “Herşey bunun içindedir.” Başka âyineleri ve âyinelerin içlerindeki sûretleri işittiği vakit, mesmûâtını o tek âyinedeki iki derece gölge olmuş, hakîkatı küçülmüş, tegayyür etmiş o âyinenin küçük bir köşesinde tatbik eder. Hem der: “Ben öyle görüyorum, öyle ise hakîkat böyledir.” Diğer adam ona der ki: “Evet sen görüyorsun.. gördüğün haktır; fakat vâkîde ve nefsülemirde hakîkatın hakîki sûreti öyle değil. Senin dikkat ettiğin âyine gibi daha başka âyineler var; gördüğün kadar küçücük, gölgenin gölgesi değiller.”
İşte esmâ-i İlâhîyenin herbiri, ayrı ayrı birer âyine ister. Hem meselâ: Rahmân, Rezzâk hakîkatlı, asıl oldukları için, kendilerine lâyık, rızka ve merhamete muhtaç mevcûdâtı ister. Rahmân nasıl hakîki bir dünyada rızka muhtaç hakîkatlı zîruhları ister; Rahîm de, öyle hakîki bir Cennet’i ister. Eğer yalnız Mevcûd ve Vâcibü’l-Vücûd ve Vâhid-i Ehad isimleri hakîki tutulup öteki isimler onların içine gölge olmak haysiyetiyle alınsa, o esmâya karşı bir haksızlık hükmüne geçer.
İşte şu sırdandır ki: Cadde-i Kübrâ, elbette velâyet-i kübrâ sâhibleri olan sahâbe ve asfiya ve tâbiîn ve eimme-i Ehl-i Beyt ve eimme-i müçtehidînin caddesidir ki, doğrudan doğruya Kur’ânın birinci tabaka şakirdleridir.