Mektubat | On Dokuzuncu Mektup | 201
(88-221)

Böyle acâibi haber verecek, böyle hârika ve fevkalâde mu’ciz-nümâ bir Zât lâzımdır. Hem bu Zâtın gidişatından görünüyor ki: O, görmüş ve görüyor ve gördüğünü söylüyor. Hem bizi ni’metleriyle perverde eden şu semavât ve arz’ın İlâhı bizden ne istiyor? Marziyatı nedir? Pek sağlam olarak bize ders veriyor. Hem bunlar gibi daha pekçok merak-âver, lüzumlu hakâikı ders veren bu Zâta karşı; herşey’i bırakıp O’na koşmak, O’nu dinlemek lâzım gelirken, ekser insanlara ne olmuş ki sağır olup, kör olmuşlar.. belki divâne olmuş lar ki; bu hakkı görmüyorlar, bu hakîkatı işitmiyorlar, anlamıyorlar!..

On İkinci Reşha: İşte şu Zât, şu mevcûdât Hâlıkının vahdâniyetine, hakkaniyeti derecesinde hak bir bürhan-ı nâtık, bir delil-i sâdık olduğu gibi; Haşrin ve Saâdet-i Ebediyyenin dahi bir bürhan-ı katıı, bir delil-i satı’ıdır. Belki nasılki O Zât, hidâyetiyle Saâdet-i Ebediyenin sebeb-i husûlü ve vesîle-i vüsûlüdür; öyle de duâsiyle, niyaziyle o saâdetin sebeb-i vücûdu ve vesile-i îcadıdır. Haşir mes’elesinde geçen şu sırrı, makam münâsebetiyle tekrar ederiz:

İşte bak: O Zât öyle bir salât-ı kübrâda duâ ediyor ki: Güya şu cezire, belki arz, O’nun azametli namaziyle namaz kılar, niyaz eder. Bak: Hem öyle bir cemâat-ı uzmada niyaz ediyor ki; güya benî-ademin zaman-ı Âdem’den asrımıza, kıyâmete kadar bütün nurânî kâmil insanlar, O’na ittiba’ ile iktidâ edip duâsına âmin diyorlar. Hem bak; öyle bir hâcet-i âmme için duâ ediyor ki; değil ehl-i arz, belki ehl-i semavât, belki bütün mevcûdât, niyâzına: “Evet Yâ Rabbenâ! Ver, biz dahi istiyoruz” deyip iştirâk ediyorlar. Hem öyle fakirâne, öyle hazînâne, öyle mahbûbane, öyle müştâkane, öyle tazarrukârâne niyaz ediyor ki, bütün kâinatı ağlattırıyor, duâsına iştirak ettiriyor. Bak: Hem öyle bir maksad, öyle bir gaye için duâ ediyor ki; insanı ve âlemi.. belki bütün mahlûkatı; esfel-i sâfilînden, sukuttan, kıymetsizlikten, faidesizlikten; â’lâ-yı illiyyîne yâni kıymete, bekaya, ulvî vazifeye çıkarıyor. Bak! Hem öyle yüksek bir fîzar-ı istimdâdkârane ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârâne ile istiyor, yalvarıyor ki; güya bütün mevcûdâta ve semavâta ve Arş’a işittirip, vecde getirip duâsına “Âmîn, Allahümme âmîn” dedirtiyor. Bak: Hem öyle Semî’, Kerîm bir Kadîr’den.. öyle Basîr, Rahîm bir Alîm’den hacetini istiyor ki; bilmüşahede en hafî bir zîhayatın en hafî bir hâcetini, bir niyazını görür, işitir, kabûl eder, merhamet eder. Çünkü istediğini, velev lîsan-ı hâl ile olsun verir. Ve öyle bir sûret-i hakîmane, basîrane, rahîmanede verir ki şübhe bırakmaz bu terbiye ve tedbir; öyle bir Semî’ ve Basîr ve öyle bir Kerîm ve Rahîm’e hasdır.

Dinle
-