Sâniyen: Mektubunda diyorsun: ta’bir ve tefsirinde “On sekiz bin âlem” demişler. O adedin hikmetini soruyorsun.
Kardeşim, ben şimdi o adedin hikmetini bilmiyorum; fakat bu kadar derim ki; Kur’ân-ı Hakîm’in cümleleri, birer ma’naya münhasır değil, belki nev’-i beşerin umum tabakatına hitab olduğu için, her tabakaya karşı birer ma’nayı tazammun eden bir küllî hükmündedir. Beyân olunan ma’nalar, o küllî kaidenin cüz’iyatları hükmündedirler. Herbir müfessir, herbir ârif, o küllîden bir cüz’ü zikrediyor. Ya keşfine, ya deliline veyahut meşrebine istinad edip, bir ma’nayı tercih ediyor. İşte bunda dahi bir tâife, o adede muvafık bir ma’na keşfetmiş.Meselâ: Ehl-i Velâyetin ehemmiyetle virdlerinde zikr ve tekrar ettikleri
cümlesinde; dâire-i vücub ile dâire-i imkândaki bahr-i rubûbiyet ve bahr-i ubûdiyetten tut, tâ dünya ve âhiret bahirlerine, tâ âlem-i gayb ve âlem-i şehâdet bahirlerine, tâ Şark ve Garb, Şimal ve Cenubdaki bahr-i muhitlerine, tâ Bahr-i Rum ve Fars bahrine, tâ Akdeniz ve Karadeniz ve Boğazına ki mercan denilen balık ondan çıkıyor– tâ Akdeniz ve Bahr-i Ahmer’e ve Süveyş Kanalı’na, tâ tatlı ve tuzlu sular denizlerine, toprak tabakası altındaki tatlı ve müteferrik su denizleriyle, üstündeki tuzlu ve muttasıl denizlerine, tâ Nil ve Dicle ve Fırat gibi,