Herşeyde Cenâb-ı Hakk’ın mârifetine bir pencere açar.
Ba’zı Sözlerde ulemâ-i İlm-i Kelâm’ın mesleğiyle, Kur’ândan alınan minhâc-ı hakîkinin farkları hakkında şöyle bir temsil söylemişiz ki; meselâ: Bir su getirmek için, ba’zıları küngân (su borusu) ile uzak yerden, dağlar altında kazar, su getirir. Bir kısım da, her yerde kuyu kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir; tıkanır, kesilir. Fakat her yerde kuyuları kazıp su çıkarmağa ehil olanlar, zahmetsiz herbir yerde suyu buldukları gibi.. aynen öyle de: Ulemâ-i İlm-i Kelâm, esbâbı nihayet-i âlemde teselsül ve devrin muhâliyeti ile kesip, sonra Vâcibü’l-Vücûd’un vücûdunu onunla isbat ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor. Amma Kur’ân-ı Hakîm’in minhâc-ı hakîkisi ise her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Herbir âyeti, birer Asâ-yı Mûsa gibi, nereye vursa âb-ı hayat fışkırtıyor.
düstûrunu, her şey’e okutturuyor.Hem îman yalnız ilim ile değil, îmanda çok letâifin hisseleri var. Nasılki bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif âsaba, muhtelif bir sûrette inkısam edip tevzi olunuyor. İlim ile gelen mesâil-i îmaniye dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecata göre ruh, kalb, sır, nefis ve hâkezâ letâif kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa, noksandır. İşte Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin-i Râzî’ye bu noktayı ihtar ediyor.
âyetinin âyetiyle vech-i tevfiki nedir?
Elcevab: On Birinci Söz’de ve Yirmi Üçüncü Söz’de ve Yirmi Dördüncü’nün Beşinci Dalı’nın İkinci Meyvesi’nde îzahı vardır. Sırr-ı icmalîsi budur ki:
Cenâb-ı Hak kemâl-i kudretiyle nasıl bir tek şeyden çok şeyleri yapıyor, çok vazifeleri gördürüyor, bir sahifede bin kitabı yazıyor. Öyle de insanı, pek çok enva’ yerinde bir nev-i câmi’ halketmiş.