Elhâsıl: Zaruriyat-ı diniye mahfazaları olan elfâz-ı kudsiye-i İlâhî-yenin yerine hiçbir şey ikame edilemez ve yerlerini tutamaz ve vazifelerini göremez. Ve muvakkat ifade etseler de; dâimî, ulvî, kudsî ifade edemezler.
Amma nazariyat-ı diniyenin mahfazaları olan elfâzlar ise, değiştirilmeye lüzum kalmaz. Çünkü: Nasihat ile ve sâir tedris ve talim ve va’z ile o ihtiyaç mündefi’ olur.
Elhâsıl: Lîsan-ı nahvî olan lîsan-ı Arabînin câmiiyeti ve elfâz-ı Kur’âniyenin i’cazı öyle bir tarzdadır ki, kabil-i tercüme değildir! Belki “muhaldir” diyebilirim. Kimin şübhesi varsa, i’caza dâir Yirmi Beşinci Söz’e müracaat etsin. Tercüme dedikleri şeyler ise, gayet muhtasar ve nâkıs bir meâldir. Böyle meâl nerede; hayatdar, çok cihetlerle teşa’ub etmiş âyâtın hakîki ma’naları nerede?
Âlem-i İslâmda Ehl-i Sünnet ve Cemâat denilen ehl-i hak ve istikamet fırka-i azîmesi, hakâik-i Kur’âniyyeyi ve îmaniyyeyi istikamet dâiresinde hüve hüvesine Sünnet-i Seniyyeye ittiba’ ederek muhafaza etmişler. Ehl-i velâyetin ekseriyet-i mutlakası, o dâireden neş’et etmişler. Diğer bir kısım ehl-i velâyet, Ehl-i Sünnet ve Cemâatin ba’zı desâtirleri haricinde ve usûllerine muhalif bir caddede görünmüş. İşte şu kısım ehl-i velâyete bakanlar iki şıkka ayrıldılar:
Bir kısmı ise, Ehl-i Sünnetin usûlüne muhalif oldukları için, velâyetlerini inkâr ettiler. Hatta onlardan bir kısmının tekfirine kadar gittiler.
Diğer kısım ki, onlara ittiba’ edenlerdir. Onların velâyetlerini kabûl ettikleri için derler ki: “Hak yalnız Ehl-i Sünnet ve Cemâatin mesleğine münhasır değil.” Ehl-i bid’adan bir fırka teşkil ettiler, hatta dalâlete kadar gittiler. Bilmediler ki: Her hâdî zât, mühdî olamaz. Şeyhleri hatasından ma’zûrdur, çünkü meczubdur. Kendileri ise ma’zûr olamazlar.
Mutavassıt bir kısım ise, o velilerin velâyetlerini inkâr etmediler, fakat yollarını ve mesleklerini kabûl etmediler. Diyorlar ki: “Hilaf-ı usûl olan sözleri, ya hâle mağlub olup hata ettiler veyahut ma’nası bilinmez müteşabihat misillü şatahattır.”