Mektubat | Yirmi Dokuzuncu Mektub | 453
(390-463)

Üçüncü Nokta: Bu dünya, dârül hikmettir, dârü’l-hizmettir; dârü’l-ücret ve mükâfat değil. Buradaki a’mal ve hizmetlerin ücretleri berzahta ve âhirettedir. Buradaki a’mal, berzahta ve âhirette meyve verir. Mâdem hakîkat budur, a’mal-i uhreviyeye âid neticeleri dünyada istememek gerektir. Verilse de memnunâne değil, mahzunâne kabûl etmek lâzımdır. Çünkü: Cennet’in meyveleri gibi, kopardıkça yerine aynı gelmek sırriyle, bâki hükmünde olan amel-i uhrevî meyvesini, bu dünyada fâni bir sûrette yemek, kâr-ı akıl değildir. Bâki bir lâmbayı, bir dakika yaşayacak ve sönecek bir lâmba ile mübadele etmek gibidir.

İşte bu sırra binâen; ehl-i velâyet, hizmet ve meşakkat ve musîbet ve külfeti hoş görüyorlar, nazlanmıyorlar, şekvâ etmiyorlar. “Elhamdülillahi alâküllihal” diyorlar. Keşf ü kerâmet, ezvak u envâr verildiği vakit, bir iltifat-ı İlâhî nev’inden kabûl edip setrine çalışıyorlar. Fahre değil, belki şükre, ubûdiyete daha ziyâde giriyorlar. Çokları o ahvâlin istitar ve inkıtaını istemişler, tâ ki amellerindeki ihlas zedelenmesin. Evet makbul bir insan hakkında en mühim bir ihsan-ı İlâhî, ihsanını ona ihsas etmemektir; tâ niyazdan naza ve şükürden fahre girmesin.

İşte bu hakîkata binâendir ki, velâyeti ve tarikatı isteyenler; eğer velâyetin ba’zı tereşşuhatı olan ezvâk ve kerâmâtı isterlerse ve onlara müteveccih ise ve onlardan hoşlansa; bâki uhrevî meyveleri, fâni dünyada, fâni bir sûrette yemek kabilinden olmakla beraber; velâyetin mayesi olan ihlası kaybedip, velâyetin kaçmasına meydan açar.

YEDİNCİ TELVİH: “Dört Nükte”dir.

Birinci Nükte: Şerîat doğrudan doğruya, gölgesiz, perdesiz, sırr-ı ehadiyet ile rububiyet-i mutlaka noktasında hitab-ı İlâhînin neticesidir. Tarikatın ve hakîkatın en yüksek mertebeleri, şerîatın cüzleri hükmüne geçer. Yoksa dâima vesile ve mukaddime ve hâdim hükmündedirler. Neticeleri, şerîatın muhkematıdır. Yâni: Hakâik-i şerîata yetişmek için, tarikat ve hakîkat meslekleri, vesile ve hâdim ve basamaklar hükmündedir. Git gide en yüksek mertebede, nefs-i şerîatta bulunan ma’nayı hakîkat ve sırr-ı tarikata inkılâb ederler. O vakit, şerîat-ı kübrânın cüzleri oluyorlar. Yoksa ba’zı ehl-i tasavvufun zannettikleri gibi, şerîatı zâhirî bir kışır, hakîkatı onun içi ve neticesi ve gayesi tasavvur etmek doğru değildir. Evet şerîatın, tabakat-ı nâsa göre inkişâfâtı ayrı ayrıdır. Avam-ı nâsa göre zâhir-i şerîatı, hakîkat-ı şerîat zannedip, havassa münkeşif olan şerîatın mertebesine “hakîkat ve tarikat” nâmı vermek yanlıştır. Şerîatın umum tabakata bakacak merâtibi var.

Dinle
-