Fakat bir şartla ki, hakâik-i şerîata ve kavâid-i îmaniyeye karşı bir inkâr, bir tezyif, bir istihfaf olmasın. Ahkâmı yapmasa da, ahkâmı hak bilmek gerektir. Yoksa o hâle mağlûb olup, neûzübillah, o hakâik-ı muhkemeye karşı inkâr ve tekzibi işmam edecek bir vaziyet, alâmet-i sukuttur!
Elhasıl: Dâire-i şerîatın haricinde bulunan ehl-i tarikat iki kısımdır.
Bir kısmı: Sâbıkan geçtiği gibi ya hâle, istiğraka, cezbeye ve sekre mağlûb olup veya teklifi dinlemeyen veya ihtiyarı işitmeyen latifelerin mahkûmu olup, dâire-i şerîatın haricine çıkıyor. Fakat o çıkmak, ahkâm-ı şerîatı beğenmemekten veya istememekten değil; belki mecbûriyetle ihtiyarsız terkediyor. Bu kısım ehl-i velâyet var. Hem mühim veliler, bunların içinde muvakkaten bulunmuş. Hatta bu neviden; değil yalnız dâire-i şerîattan, belki dâire-i İslâmiyet haricinde bulunduğunu ba’zı muhakkikîn-i evliyâ hükmetmişler. Fakat bir şartla: Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın getirdiği ahkâmın hiçbirini tekzib etmemektir. Belki, ya düşünmüyor veya müteveccih olamıyor veyahut bilemiyor ve bilmiyor. Bilse, kabûl etmese olmaz!
İkinci kısım ise: Tarikat ve hakîkatın parlak ezvaklarına kapılıp, mezâkından çok yüksek olan hakâik-i şerîatın derece-i zevkine yetişemediği için; zevksiz, resmî birşey telakki edip, ona karşı lâkayd kalır. Gitgide, şerîatı zâhirî bir kışır zanneder. Bulduğu hakîkatı, esas ve maksud telakki eder. “Ben onu buldum, o bana yeter.” der, ahkâm-ı şerîata muhalif hareket eder. Bu kısımdan aklı başında olanlar mes’uldürler, sukut ediyorlar, belki kısmen şeytana maskara oluyorlar.
Dördüncü Nükte: Ehl-i dalâlet ve bid’at fırkalarından bir kısım zâtlar, ümmet nazarında makbûl oluyorlar. Aynen onlar gibi zâtlar var; zâhirî hiçbir fark yokken, ümmet reddediyor. Bunda hayret ediyordum. Meselâ: Mu’tezile mezhebinde Zemahşerî gibi, İtizal’de en mutaassıb bir ferd olduğu halde, muhakkikîn-i Ehl-i Sünnet, onun o şedîd itirâzâtına karşı onu tekfir ve tadlil etmiyorlar, belki bir râh-ı necat onun için arıyorlar. Zemahşerî’nin derece-i şiddetinden çok aşağı Ebu Ali Cübbaî gibi Mu’tezile imamlarını, merdud ve matrud sayıyorlar. Çok zaman bu sır benim merakıma dokunu yordu. Sonra lütf-u İlâhî ile anladım ki: Zemahşerî’nin Ehl-i Sünnet’e itirâzâtı, hak zannettiği mesleğindeki muhabbet-i haktan ileri geliyordu. Yâni, meselâ: Tenzih-i hakîki; onun nazarında, hayvanlar kendi ef’aline hâlık olmasiyle oluyor. Onun için Cenâb-ı Hakk’ı tenzih muhabbetinden, Ehl-i Sünnet’in halk-ı ef’al mes’elesinde düstûrunu kabûl etmiyor.