Mektubat | Yirmi Dokuzuncu Mektub | 450
(390-463)

İşte bu hale giriftar olanlar, mîzanı şerîatı elde tutmak ve Usûlü’dDin ulemâsının düstûrlarını kendine ölçü ittihaz etmek ve İmâmı Gazalî ve İmâmı Rabbânî gibi muhakkikîni evliyânın ta’limatlarını rehber etmek gerektir. Ve dâima nefsini ittiham etmektir. Ve kusurdan, acz ve fakrdan başka nefsin eline vermemektir. Bu meşrebdeki şatahat, hubbu nefisten neş’et ediyor. Çünkü: Muhabbet gözü, kusuru görmez. Nefsine muhabbeti için, o kusurlu ve liyakatsız bir cam parçası gibi nefsini, bir pırlanta, bir elmas zanneder. Bu nevi içindeki en tehlikeli bir hata şudur ki; kalbine ilhamî bir tarzda gelen cüz’î ma’naları “Kelâmullah” tahayyül edip, âyet ta’bir etmeleridir. Ve onunla, vahyin mertebei ulyâyı akdesine bir hürmetsizlik gelir. Evet bal arısının ve hayvânâtın ilhamâtından tut, tâ avâmı nâsın ve havassı beşeriyenin ilhamâtına kadar ve avâmı melâikenin ilhamâtından, tâ havassı kerrûbiyyûnun ilhamâtına kadar bütün ilhamât, bir nevi kelimât-ı Rabbânîyedir. Fakat mazharların ve makamların kabiliyetine göre kelâm-ı Rabbânî; yetmiş bin perdede telemmu’ eden ayrı ayrı cilvei hitab-ı Rabbânîdir.

Amma vahiy ve kelâmullahın ism-i hassı ve onun en bahir misâl-i müşahhası olan Kur’ânın necimlerine ism-i has olan “âyet” nâmı öyle ilhamâta verilmesi, hatâyı mahzdır. On İkinci ve Yirmi Beşinci ve Otuz Birinci Sözlerde beyân ve isbat edildiği gibi, elimizdeki boyalı âyinede görünen küçük ve sönük ve perdeli Güneşin misâli, semâdaki Güneşe ne nisbeti varsa; öyle de o müddeilerin kalbindeki ilham dahi, doğrudan doğruya kelâm-ı İlâhî olan Kur’ân Güneşinin âyetlerine nisbeti, o derecededir. Evet herbir âyinede görünen Güneşin misâlleri, Güneşindir ve onunla münâsebetdardır denilse, haktır; fakat o Güneşçiklerin âyinesine Küre-i Arz takılmaz ve onun cazibesiyle bağlanmaz!

BEŞİNCİ TELVİH: Tarikatın gâyet mühim bir meşrebi olan “Vahdetü’l-Vücûd” nâmı altındaki Vahdetü’ş-Şuhud, yâni Vâcibü’l-Vücûd’un vücûduna hasrı nazar edip, sâir mevcûdâtı, o vücûd-u Vâcib’e nisbeten o kadar zaîf ve gölge görür ki, vücûd ismine lâyık olmadığını hükmedip, hayal perdesine sarıp, terki masiva makamında onları hiç saymak, hatta ma’dûm tasavvur etmek, yalnız cilvei esmâi İlâhîyeye hayalî bir âyine vaziyeti vermek kadar ileri gider.

İşte bu meşrebin ehemmiyetli bir hakîkatı var ki: Vâcibü’l-Vücûd’un vücûdu, îman kuvvetiyle ve yüksek bir velâyetin hakkalyakîn derecesinde inkişafiyle, vücûd-u mümkinat o derece aşağıya düşer ki, hayal ve ademden başka onun nazarında makamları kalmaz; âdeta Vâcibü’l-Vücûd’un hesabına kâinatı inkâr eder.

Dinle
-