Ve bir küçük âyinede görünen bir Güneşi, denizin yüzünde haşmetiyle cilvesi görünen Güneşle bir cihet-i müşabehetle iltibasa sebeb olur; öyle de: Çok ehl-i velâyet var ki; bir sineğin bir tavus kuşuna nisbeti gibi, kendinden o derece büyük olanlardan kendini büyük görür ve öyle de müşahede ediyor, kendini haklı buluyor. Hatta ben gördüm ki: Yalnız kalbi intibaha gelmiş uzaktan uzağa velâyetin sırrını kendinde hissetmiş, kendini kutb-u a’zam telâkki edip o tavrı takınıyordu. Ben dedim: “Kardeşim! Nasılki kanun-u saltanatın, sadrazam dâiresinden tâ nahiye müdürü dâiresine kadar bir tarzda cüz’î-küllî cilveleri var; öyle de velâyetin ve kutbiyetin dahi, öyle muhtelif dâire ve cilveleri var. Herbir makamın çok zılleri ve gölgeleri var. Sen, sadrâzam-misâl kutbiyetin a’zam cilvesini, bir müdür dâiresi hükmünde olan kendi dâirende o cilveyi görmüşsün, aldanmışsın. Gördüğün doğrudur, fakat hükmün yanlıştır. Bir sineğe bir kap su, bir küçük denizdir.” O zât şu cevabımdan inşâallah ayıldı ve o vartadan kurtuldu.
Hem ben müteaddit insanları gördüm ki, bir nevi Mehdi kendilerini biliyorlardı ve “Mehdi olacağım” diyorlardı. Bu zâtlar yalancı ve aldatıcı değiller, belki aldanıyorlar. Gördüklerini, hakîkat zannediyorlar. Esmâ-i İlâhînin nasılki tecelliyatı, Arş-ı A’zam dâiresinden tâ bir zerreye kadar cilveleri var ve o esmâya mazhariyet de, o nisbette tefâvüt eder. Öyle de mazhariyet-i esmâdan ibâret olan merâtib-i velâyet dahi öyle mütefâvittir. Şu iltibasın en mühim sebebi şudur:
Makâmât-ı evliyâdan ba’zı makamlarda Mehdi vazifesinin husûsiyeti bulunduğu ve kutb-u a’zama has bir nisbeti göründüğü ve Hazret-i Hızır’ın bir münâsebet-i hâssası olduğu gibi, ba’zı meşâhirle münâsebetdar ba’zı makâmât var. Hatta o makamlara “Makam-ı Hızır”, “Makam-ı Üveys”, “Makam-ı Mehdiyet” ta’bir edilir.
İşte bu sırra binâen, o makama ve o makamın cüz’î bir nümunesine veya bir gölgesine girenler, kendilerini o makamla has münâsebetdar meşhur zâtlar zannediyorlar. Kendini Hızır telakki eder veya Mehdi i’tikâd eder veya kutb-u a’zam tahayyül eder. Eğer hubb-u câha talib enâniyeti yoksa, o halde mahkûm olmaz. Onun haddinden fazla da’vaları, şatahat sayılır. Onunla belki mes’ul olmaz. Eğer enâniyeti perde ardında hubb-u câha müteveccih ise; o zât enâniyete mağlub olup, şükrü bırakıp fahre girse, fahrden git gide gurura sukut eder. Ya divânelik derecesine sukut eder veyahut tarîk-ı haktan sapar. Çünkü: Büyük evliyâyı, kendi gibi telakki eder, haklarındaki hüsnü zannı kırılır. Zîra nefis ne kadar mağrur da olsa, kendisi kendi kusurunu derkeder. O büyükleri de kendine kıyas edip, kusurlu tevehhüm eder. Hatta enbiyâlar hakkında da hürmeti noksanlaşır.