Mektubat | Yirmi Dokuzuncu Mektub | 446
(390-463)

İşte mâdem kalb ve dimağ-ı insanî bu merkezdedir; çekirdek hâletinde bir şecere-i azîmenin cihâzâtını tazammun eder ve ebedî, uhrevî, haşmetli bir makinenin âletleri ve çarkları içinde dercedilmiştir. Elbette ve her halde o kalbin Fâtırı, o kalbi işlettirmesini ve bilkuvve tavırdan bilfiil vaziyetine çıkarmasını ve inkişafını ve hareketini irâde etmiş ki, öyle yapmış. Mâdem irâde etmiş, elbette o kalb dahi akıl gibi işleyecek. Ve kalbi işlettirmek için en büyük vâsıta, velâyet merâtibinde zikr-i İlâhî ile tarikat yolunda hakâik-i îmaniyeye teveccüh etmektir.

İKİNCİ TELVİH: Bu seyr ü sülûk-u kalbînin ve hareket-i ruhaniyyenin miftahları ve vesileleri, zikr-i İlâhî ve tefekkürdür. Bu zikir ve fikrin mehâsini, ta’dad ile bitmez. Hadsiz fevâid-i uhreviyeden ve kemâlât-ı insaniyeden kat-ı nazar, yalnız şu dağdağalı hayat-ı dünyeviyeye âid cüz’î bir fâidesi şudur ki: Her insan, hayatın dağdağasından ve ağır tekâlifinden bir derece kurtulmak ve teneffüs etmek için; herhalde bir teselli ister, bir zevki arar ve vahşeti izâle edecek bir ünsiyeti taharri eder. Medeniyet-i insaniyye neticesindeki içtimâat-ı ünsiyetkârâne, on insanda bir ikisine muvakkat olarak, belki gafletkârâne ve sarhoşçasına bir ünsiyet ve bir ülfet ve bir teselli verir. Fakat yüzde sekseni ya dağlarda, derelerde münferid yaşıyor, ya derd-i maîşet onu hücra köşelere sevkediyor, ya musîbetler ve ihtiyarlık gibi âhireti düşündüren vâsıtalar cihetiyle insanların cemâatlerinden gelen ünsiyetten mahrumdurlar. O hal onlara ünsiyet verip teselli etmez.

İşte böylelerin hakîki tesellisi ve ciddî ünsiyeti ve tatlı zevki; zikir ve fikir vâsıtasiyle kalbi işletmek, o hücra köşelerde, o vahşetli dağ ve sıkıntılı derelerde kalbine müteveccih olup “Allah!” diyerek kalbi ile ünsiyet edip, o ünsiyet ile, etrafında vahşetle ona bakan eşyâyı ünsiyetkârane tebessüm vaziyetinde düşünüp, “Zikrettiğim Hâlıkımın hadsiz ibâdı her tarafta bulunduğu gibi, bu vahşetgâhımda da çokturlar. Ben yalnız değilim, tevahhuş ma’nasızdır.” diyerek, îmanlı bir hayattan ünsiyetli bir zevk alır. Saâdet-i hayatiye ma’nasını anlar, Allah’a şükreder.

ÜÇÜNCÜ TELVİH: Velâyet, bir hüccet-i risâlettir; tarikat, bir bürhan-ı şerîattır. Çünkü risâletin tebliğ ettiği hakâik-i îmaniyeyi, velâyet bir nevi şuhûd-u kalbî ve zevk-i ruhânî ile aynelyakîn derecesinde görür, tasdik eder. Onun tasdiki, risâletin hakkaniyetine kat’i bir hüccettir. Şerîat ders verdiği ahkâmın hakâikini, tarikat zevkiyle, keşfiyle ve ondan istifadesiyle ve istifazasiyle o ahkâm-ı şerîatın hak olduğuna ve Hak’tan geldiğine bir bürhan-ı bahirdir.

Dinle
-