nefsin muktezası, dâima iyiliği kendinden bilip fahr ve ucbe girer. Bu hatvede, nefsinde yalnız kusuru ve naksı ve aczi ve fakrı görüp, bütün mehâsin ve kemâlâtını, Fâtır-ı Zülcelâl tarafından ona ihsan edilmiş ni’metler olduğunu anlayıp, fahr yerinde şükür ve temeddüh yerinde hamdetmektir. Şu mertebede tezkiyesi,
sırriyle şudur ki: Kemâlini kemâlsizlikte, kudretini aczde, gınasını fakrda bilmektir.
Dördüncü Hatvede:
dersini verdiği gibi: Nefs, kendini serbest ve müstakil ve bizzât mevcûd bilir. Ondan bir nevi rubûbiyet da’va eder. Ma’bûduna karşı adavetkârane bir isyanı taşır. İşte gelecek şu hakîkatı derketmekle ondan kurtulur. Hakîkat şudur ki: Herşey nefsinde ma’nayı ismiyle fânidir, mefkuddur, hâdistir, ma’dûmdur. Fakat ma’nayı harfiyle ve Sâni’-i Zülcelâl’in esmâsına âyinedarlık cihetiyle ve vazifedarlık i’tibâriyle şâhiddir, meşhûddur, vâciddir, mevcûddur. Şu makamda tezkiyesi ve tathiri şudur ki: Vücûdunda adem, ademinde vücûdu vardır. Yâni, kendini bilse, vücûd verse; kâinat kadar bir zulümat-ı adem içindedir. Yâni, vücûd-u şahsîsine güvenip Mûcid-i Hakîki’den gaflet etse, yıldız böceği gibi bir şahsî ziyayı vücûdu; nihayetsiz zulümat-ı adem ve firaklar içinde bulunur, boğulur. Fakat enâniyeti bırakıp, bizzât nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakîki’nin bir âyine-i tecellisi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcûdâtı ve nihayetsiz bir vücûdu kazanır. Zîra bütün mevcûdât, esmâsının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcibü’lVücûd’u bulan bir kalb herşey’i bulur.
Şu acz, fakr, şefkat, tefekkür tarîkındaki dört hatvenin izâhâtı; hakîkatın ilmine, şeriatın hakîkatına, Kur’ânın hikmetine dâir olan Yirmi Altı aded Sözler’de geçmiştir. Yalnız şurada bir iki noktaya kısa bir işâret edeceğiz. Şöyle ki:
Evet şu tarîk daha kısadır. Çünkü: Dört hatvedir. Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâl’e verir. Halbuki en keskin tarîk olan aşk, nefsinden elini çeker, fakat mâşuk-u mecazîye yapışır. Onun zevâlini bulduktan sonra Mahbûb-u Hakîki’ye gider. Hem şu tarîk daha eslemdir. Çünkü: Nefsin şatahat ve bâlâ-pervazâne da’vaları bulunmaz. Çünkü acz ve fakr ve kusurdan başka nefsinde bulmuyor ki, haddinden fazla geçsin. Hem bu tarîk daha umumî ve cadde-i kübrâdır.