Mektubat | Yirmi Dördüncü Mektup | 287
(284-308)

Yâni herbir masnu’; öyle bir mektûb-u Rabbânîdir ki, umum zîşuur onu mütâla’a eder. Şu gaye bir sene bana kâfi geldi. Sonra san’attaki hârikalar inkişaf etti, o gaye kâfi gelmemeye başladı. Daha çok büyük diğer bir gaye gösterildi. Yâni: Herbir masnu’un en mühim gayeleri Sâniine bakar; O’nun kemâlât-ı san’atını ve nukuş-u esmâsını ve murassaât-ı hikmetini ve hedâyâ-yı rahmetini, O’nun nazarına arzetmek ve cemâl ve kemâline bir âyine olmaktır, bildim. Şu gaye hayli zaman bana kâfi geldi. Sonra san’at ve îcad-ı eşyadaki hayret-engiz faaliyet içinde, gâyet derecede sür’atli tağyir ve tebdildeki mu’cizat-ı kudret ve şuûnât-ı Rubûbiyet göründü. O vakit bu gaye dahi kâfi gelmemeye başladı. Belki şu gaye kadar büyük bir muktazî ve dâî dahi lâzımdır bildim. İşte o vakit, şu İkinci Remizdeki muktazîler ve gelecek işâretlerdeki gayeler gösterildi. Ve yakînen bana bildirildi ki: “Kâinattaki kudretin faaliyeti ve seyr ü seyelân-ı eşya o kadar ma’nidardır ki; o faaliyet ile Sâni-i Hakîm, enva’-ı kâinatı konuşturuyor...” Güya göklerin ve zemînin müteharrik mevcûdları ve hareketleri, onların o konuşmalarındaki kelimelerdir ve taharrük ise bir tekellümdür. Demek faaliyetten gelen harekât ve zeval, bir tekellümat-ı tesbihiyedir. Ve kâinattaki faaliyet dahi kâinatın ve enva’ının sessizce bir konuşması ve konuşturmasıdır.

Üçüncü Remiz: Eşya, zeval ve ademe gitmiyor, belki dâire-i kudretten dâire-i ilme geçiyor; âlem-i şehâdetten, âlem-i gayba gidiyor; âlem-i tegayyür ve fenâdan, âlem-i nûra, bekaya müteveccih oluyor. Hakîkat nokta-i nazarında eşyadaki cemâl ve kemâl; esmâ-i İlâhîyeye âidtir ve onların nukuş ve cilveleridir. Mâdem o esmâ bâkîdirler ve cilveleri dâimîdir; elbette nakışları teceddüd eder, tazelenir, güzelleşir. Ademe ve fenâya gitmiyor; belki yalnız i’tibârî taayyünleri değişir; ve medâr-ı hüsün ve cemâl ve mazhar-ı feyz ve kemâl olan hakîkatları ve mâhiyetleri ve hüviyet-i misâliyeleri bâkîdirler. Zîruh olmıyanlar, doğrudan doğruya onlardaki hüsün ve cemâl esmâ-i İlâhîyyeye âidtir, şeref onlaradır, medih onların hesabına geçer, güzellik onlarındır, muhabbet onlara gider, o âyinelerin değişmesiyle onlara bir zarar îras etmez. Eğer zîruh ise, zevil-ukulden değilse, onların zeval ve firakı, bir adem ve fenâ değil; belki vücûd-u cismanîden ve vazife-i hayatın dağdağasından kurtulup, kazandıkları vazifenin semerelerini bâkî olan ervahlarına devrederek; onların o ervah-ı bâkîyeleri dahi birer esmâ-i İlâhîyyeye istinâd ederek devam eder, belki kendine lâyık bir saâdete gider. Eğer o zîruhlar zevil-ukulden ise; zâten saâdet-i ebediyeye ve maddî ve ma’nevî kemâlâta medâr olan âlem-i bekaya ve o Sâni-i Hakîm’in dünyadan daha güzel, daha nurânî olan âlem-i berzah, âlem-i misâl, âlem-i ervah gibi diğer menzillerine, başka memleketlerine bir seyr ü seferdir; bir mevt ü adem ve zeval ü firak değil, belki kemâlâta kavuşmaktır.

Dinle
-