Hem küllî ubûdiyetiyle, Rubûbiyet-i İlâhîyyeye âyinedarlık ediyor.
Hem mâhiyetinin câmiiyetiyle bütün esmâ-i İlâhîyyeye bir mazhar-ı etemm olmuştur.
Elbette bunun için denilebilir ki: Cemîl-i Zülcelâl, kendi cemâlini sevmesiyle, o cemâlin en mükemmel âyine-i zîşuuru olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ı sever.
Hem kendi esmâsını sevmesiyle, o esmânın en parlak âyinesi olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ı sever ve Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’a benziyenleri dahi derecelerine göre sever.
Hem san’atını sevdiği için, elbette O’nun san’atını en yüksek bir sadâ ile bütün kâinatta neşreden ve semavâtın kulağını çınlatan, berr ve bahri cezbeye getiren bir velvele-i zikir ve tesbih ile i’lân eden Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ı sever ve O’na ittiba’ edenleri de sever.
Hem masnûâtını sevdiği için, o masnûâtın en mükemmeli olan zîhayatı ve zîhayatın en mükemmeli olan zîşuuru ve zîşuurun en efdali olan insanları ve insanların bil’ittifak en mükemmeli olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ı elbette daha ziyâde sever.
Hem kendi mahlûkatının mehâsin-i ahlâkîyelerini sevdiği için, mehâsin-i ahlâkiyede bil’ittifak en yüksek mertebede bulunan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ı sever ve derecâta göre, O’na benzeyenleri dahi sever. Demek Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti gibi, muhabbeti dahi kâinatı ihâta etmiş.
İşte o hadsiz mahbublar içindeki mezkûr beş vechinin herbir vechinde en yüksek makam, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’a mahsustur ki, “Habibullah” lâkabı O’na verilmiş.
İşte bu en yüksek makam-ı mahbubiyeti, Süleyman Efendi “Ben sana âşık olmuşum” ta’biriyle beyân etmiştir. Şu ta’bir, bir mirsad-ı tefekkürdür, gâyet uzaktan uzağa bu hakîkata bir işârettir. Bununla beraber mâdem bu ta’bir, şe’n-i Rubûbiyete münâsib olmayan ma’nayı hayale getiriyor; en iyisi, şu ta’bir yerine: “Ben senden râzı olmuşum” denilmeli.
ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Mi’râciyedeki mâceralar, ma’lûmumuz olan ma’nalarla, o kudsî ve nezih hakîkatları ifade edemiyor. Belki o muhavereler; birer ünvan-ı mülâhazadır, birer mirsâd-ı tefekkürdür ve ulvî ve derin hakâika birer işârettir ve îmanın bir kısım hakâikına birer ihtardır ve kabîl-i ta’bir olmayan ba’zı ma’nalara birer kinâyedir.