Ben görüyorum ki: Kur’ân-ı Hakîm’in hakâikine âid ba’zı kemalât, o hakâika dellâllık eden vâsıtalara veriliyor. Şu ise yanlıştır. Çünkü: Me’hazin kudsiyeti çok bürhanlar kuvvetinde te’sirat gösteriyor; onun ile, ahkâmı umuma kabûl ettiriyor. Ne vakit dellâl ve vekil gölge etse, yâni onlara teveccüh edilse, o me’hazdaki kudsiyetin te’siri kaybolur. Bu sır içindir ki, bana karşı haddimden çok fazla teveccüh gösteren kardeşlerime bir hakikatı beyân edeceğim. Şöyle ki:
Bir insanın müteaddid şahsiyeti olabilir. O şahsiyetler ayrı ayrı ahlâkı gösteriyorlar. Meselâ: Büyük bir me’murun, me’muriyet makamında bulunduğu vakit bir şahsiyeti var ki; vakar iktiza ediyor, makamın izzetini muhafaza edecek etvar istiyor. Meselâ: Her ziyaretçi için tevazu’ göstermek tezellüldür, makamı tenzildir. Fakat kendi hanesindeki şahsiyeti, makamın aksiyle ba’zı ahlâkı istiyor ki, ne kadar tevazu’ etse iyidir. Az bir vakar gösterse, tekebbür olur. Ve hâkezâ.. Demek bir insanın, vazifesi i’tibâriyle bir şahsiyeti bulunur ki, hakîki şahsiyeti ile çok noktalarda muhalif düşer. Eğer o vazife sâhibi, o vazifeye hakîki lâyıksa ve tam müstaid ise, o iki şahsiyeti birbirine yakın olur. Eğer müstaid değilse, meselâ: Bir nefer, bir müşir makamında oturtulsa, o iki şahsiyet birbirinden uzak düşer; o neferin şahsî, âdi, küçük hasletleri; makamın iktiza ettiği âlî, yüksek ahlâk ile kabîl-i te’lif olamıyor.
İşte bu biçâre kardeşinizde üç şahsiyet var. Birbirinden çok uzak, hem de pek çok uzaktırlar.
Birincisi: Kur’ân-ı Hakîm’in hazine-i âlîsinin dellâlı cihetindeki muvakkat, sırf Kur’âna âid bir şahsiyetim var. O dellâllığın iktiza ettiği pek yüksek ahlâk var ki, o ahlâk benim değil, ben sâhib değilim. Belki, o makamın ve o vazifenin iktiza ettiği seciyelerdir. Bende bu nev’den ne görseniz benim değil, onunla bana bakmayınız, o makamındır.