Mektubat | Yirmi Altıncı Mektup | 321
(310-346)

İkinci şahsiyet: Ubûdiyet vaktinde dergâh-ı İlâhîyyeye müteveccih olduğum vakit, Cenâb-ı Hakk’ın ihsaniyle bir şahsiyet veriliyor ki, o şahsiyet ba’zı âsârı gösteriyor. O âsâr, ma’na-yı ubûdiyetin esâsı olan: “Kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlâhîyyeye ilticâ etmek” noktalarından geliyor ki; o şahsiyetle, kendimi herkesten ziyâde bedbaht, âciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medh ü senâ etse, beni inandıramaz ki ben iyiyim ve sâhib-i kemâlim.

Üçüncüsü: Hakîki şahsiyetim, yâni Eski Said’in bozması bir şahsiyetim var ki; o da Eski Said’den irsiyet kalma ba’zı damarlardır. Ba’zan riyâya, hubb-u câha bir arzu bulunuyor. Hem asîl bir hânedandan olmadığımdan, hısset derecesinde bir iktisad ile, düşkün ve pest ahlâklar görünüyor.

Ey kardeşler! Sizi bütün bütün kaçırmamak için, bu şahsiyetimin gizli çok fenâlıklarını ve sû-i hallerini söylemeyeceğim.

İşte kardeşlerim, ben müstaid ve makam sâhibi olmadığım için, şu şahsiyetim, dellâllık ve ubûdiyet vazifelerindeki ahlâktan ve âsârdan çok uzaktır. Hem kaidesince, Cenâb-ı Hak merhametkârâne kudretini benim hakkımda böyle göstermiş ki; en edna bir nefer gibi bu şahsiyetimi, en âlâ bir makam-ı müşiriyet hükmünde olan hizmet-i esrâr-ı Kur’âniyyede istihdam ediyor. Yüz binler şükür olsun... Nefis cümleden süflî, vazife cümleden âlâ...

Dinle
-