O, yukarı çıkar ve nerede görünürse görünsün o, yüksek makam sâhibidir.” Diğer şeytanî ve ahmak güruh ise der: “Yok, makamı minare başı değil; nerede görünürse görünsün, makamı kuyu dibidir.” Halbuki hiç kimse, ne onu kuyu dibinde görmüş ve ne de görebilir. Faraza eğer taş gibi sakil, ihtiyarsız olsaydı, elbette kuyu dibinde bulunacaktı, birisi görecekti.
Şimdi bu iki muarız fırkanın muharebe meydanı, o minare başından tâ kuyu dibine kadar uzun bir mesafedir. Hizbullah denilen ehli nur cemâati, yüksek nazarlı olanlara o müezzin zâtı minare başında gösteriyorlar. Ve nazarları o dereceye çıkmayanlara ve kasîr-ün nazar olanlara, dere celerine göre birer basamakta o müezzini a’zamı gösteriyorlar. Küçük bir emâre, onlara kâfi gelir ve isbat eder ki: O zât, taş gibi camid bir cisim değil, belki istediği vakit yukarı çıkar, görünür, ezan okur bir insanı kâmildir. Diğer hizbü’ş-şeytan denilen güruh ise, derler: “Ya minare başında herkese gösteriniz veyahud makamı kuyu dibidir.” diye ahmakane hükmederler. Ahmaklıklarından bilmiyorlar ki: Minare başında herkese gösterilmemesi, herkesin nazarı oraya çıkmamasından ileri geliyor. Hem muğalata sûretinde, minare başı hariç olarak bütün mesafeyi zabtetmek istiyorlar.
İşte o iki cemâatin münakaşasını halletmek için biri çıkar, o hizbü’ş-şeytana der ki: “Ey menhus güruh! Eğer o müezzini a’zamın makamı kuyu dibi olsa; taş gibi câmid, hayatsız, kuvvetsiz olmak lâzım gelir. Ve kuyu basamaklarında ve minarenin derecelerinde görünen o olmamak lâzım gelir. Mâdem öyle görüyorsunuz; elbette o, kuvvetsiz, hakîkatsız, camid olmıyacak. Minare başı onun makamı olacak. Öyle ise, ya siz onu kuyu dibinde göstereceksiniz –ki hiçbir cihette bunu gösteremezsiniz ve hiçbir kimseye orada bulunmasını dinletemezsiniz– veyahut susunuz! Meydanı müdafaanız kuyu dibidir. Sâir meydan ve uzun mesafe ise, şu mübârek cemâatin meydanıdır; kuyu dibinden başka, o zâtı nerede gösterseler, davayı kazanırlar.
İşte şu temsil gibi münazara-i şeytanî mebhası, arştan ferşe kadar olan uzun mesâfeyi hizbü’ş-şeytanın elinden alıyor ve hizbü’ş-şeytanı mecbûr ediyor, sıkıştırıyor. En gayrı mâkul, en muhal, en menfur mevkii onlara bırakıyor. En dar ve kimse giremiyecek bir deliğe onları sokuyor, bütün mesafeyi Kur’ân nâmına zabtediyor.
Eğer onlara denilse: “Kur’ân nasıldır?” Derler: “Güzel ve ahlâk dersini veren bir insan kitabıdır.” O vakit onlara denilir: Öyle ise Allah’ın kelâmıdır ve böyle kabûl etmeye mecbûrsunuz. Çünkü siz mesleğinizce, “Güzel” diyemiyeceksiniz!