Hem gururumu kırar ve sırf bir tercüman olduğumu kat’iyyen bana gösterdi. Hem hiç medâr-ı iftihar benim için birşey bırakmıyor, yalnız medâr-ı şükran olan şeyleri gösteriyor. Hem mâdem Kur’âna aittir ve i’caz-ı Kur’ân hesabına geçiyor ve kat’iyyen cüz’-i ihtiyarîmiz karışmıyor ve hizmette tenbellik edenleri teşvik ediyor ve risâlenin hak olduğuna kanaat veriyor ve bizlere bir nevi’ ikrâm-ı İlâhîdir ve izhârı tahdis-i ni’mettir ve aklı gözüne inmiş mütemerridleri iskât ediyor; elbette izhârı lâzımdır, inşâallah zararsızdır.
İşte şu işârât-ı gaybiyenin birisi de şudur ki: Cenâb-ı Hak kemâl-i rahmet ve kereminden, Kur’âna ve îmana hizmet ile meşgul olan bizleri teşvik ve kulûbümüzü tatmin için; bir ikrâm-ı Rabbânî ve bir ihsân-ı İlâhî sûretinde hizmetimizin makbûliyetine alâmet ve yazdığımız hak olduğuna işâret-i gaybiyye nev’inden, bütün risâlelerimizde ve bilhassa Mu’cizât-ı Ahmediye ve İ’caz-ı Kur’ân ve Pencereler Risâlelerinde, tevâfukat-ı gaybiye nev’inden bir letâfet ihsan etmiştir. Yâni, bir sahifede, misil olarak gelen kelimeleri birbirine baktırıyor. Bunda bir işâret-i gaybiyye veriliyor ki: “Bir irâde-i gaybî ile tanzim edilir. İhtiyarınıza ve şuurunuza güvenmeyiniz. İhtiyarınızın haberi olmadan ve şuurunuz yetişmeden, hârika nakışlar ve intizamlar yapılıyor.” Bâhusus Mu’cizat-ı Ahmediye Risâlesinde lafz-ı Resûl-i Ekrem ve lafz-ı Salâvat bir âyine hükmüne geçip, o tevâfukat-ı gaybiye işâretini sarih gösteriyor. Yeni, acemî bir müstensihin yazısında, beş sahife müstesna, mütebâki iki yüzden fazla salâvat-ı şerîfe birbirine müvazi olarak bakıyorlar. Şu tevafukat ise; şuursuz yalnız on adedde bir-iki tevâfuka sebeb olabilen tesâdüfün işi olmadığı gibi, san’atta meharetsiz, yalnız ma’naya hasr-ı nazar ederek gayet sür’atle bir-iki saatte otuz-kırk sahifeyi te’lif eden ve kendi yazmayan ve yazdıran benim gibi bir bîçarenin düşünüşü dahi elbette değildir.
İşte altı sene sonra, yine Kur’ânın irşadiyle ve İşârâtü’l-İ’caz olan tefsirin dokuz nın tevâfuk sûretiyle gelen irşadiyle sonra muttali’ olmuşum. Müstensihler ise benden işittikleri vakit, hayret içinde hayrette kaldılar. Nasılki lafz-ı Resûl-i Ekrem ve lafz-ı salavat; On Dokuzuncu Mektub’da, mu’cizat-ı Ahmediye’nin bir nev’inin, bir nevi küçük âyinesi hükmüne geçti. Öyle de: Yirmi Beşinci Söz olan i’caz-ı Kur’ânda ve On Dokuzuncu Mektub’un On Sekizinci İşâretinde lafz-ı Kur’ân dahi; kırk tabakadan, yalnız gözüne i’timâd eden tabakasına karşı, bir nevi mu’cizat-ı Kur’âniyenin, o nev’in kırk cüz’ünden bir cüz’ü, tevâfukat-ı gaybiye sûretinde bütün risâlelerde tecelli etmekle beraber,