(Sabri’nin fıkrasıdır)
Üstad-ı Âlîşanım Efendim!
Şu iki geceden iğtinam edebildiğim vakitlerde, Yirmi Dokuzuncu Mektub’un Birinci Kısmını istinsah ederek, kendi nüshamı Ali Efendi’ye ve aslını Zât-ı Üstadânelerine iade ve takdim ediyorum. Şu bir aydan beri, ruhlarımız ateşe ma’rûz çimen gibi yanık, küskün, solgun bir vaziyette olup, hatta ekser arkadaşlarla, bu mes’ele hakkında ne hatt-ı hareket tâkib edeceğimizi mektubla muhabere ve müşavereye başladık. Ve bu tarafta Üstad-ı A’zamımıza en yakın bendeleri olduğum için, şifahen veya tahriren bu babda ma’rûzatta bulunmak emelinde iken, bu dertlere birer iksir, ilâç ve cevab-ı şâfî olan Yirmiyedinci Söz’ü, bir kat daha muvazzah ve oldukça şümullü bir cevab-ı âlîyi bizlere ihsan eden ve kısacık cümlesi nâmütenahî hakâik-i maânîyi câmi’ bulunan, bahr-i muhit-i kebir ta’birine mâsadak olan her bir cümle-i Kur’âniye şu kısımda bilhassa Beşinci, Sekizinci ve Dokuzuncu Nüktelerde asrın kuru kafalı, müflis, felsefeci şeytanlarını gemlemiş, iskât etmiş, daha doğrusu bütün bütün ilzam ve ruhlarımızı da tenvir ve tesrir ve teselli etmiştir.
Üstad-ı Muazzezim! Kur’ân-ı Azîmüşşan’ın ne derecelerde zengin bir hazine-i rahmet-i İlâhîye bulunduğu vâreste-i arz olup, o hazine-i kudsiyenin muhtevî bulunduğu enva’-ı türlü elmas ve pırlantaları çıkartmak ve bilvesile bizim gibi muhtaç olanlara da verdirmek hususunda, Nurlar Külliyatının ekserisinde tam bir muharriklik vazifesini deruhde eden Üstad-ı Sâni Hulûsî Beyefendimi, teşbih ve ta’biri câiz ise, saatçilerde bulunan yıldızvâri sekiz-on ağızlı saat anahtarlarına benzetiyorum ki, o müteaddid ağızlı anahtar, âlemde mevcûd her saati tahrik eder, işletir. Mûmâileyh beyefendi de, aynen o halde olup, emsâli görülmemiş ve duyulmamış bir çok mesâil-i mühimme-i hakîkiyeyi Hazret-i Kur’ân ve dellâl-ı Kur’ân’dan istiyor.
Şu asırda hazine-i ma’nevîyenin hazinedar-ı bînazîri de, o kıymetdar sâiline en kıymetdar ve ruha tam bir gıda bahş mevadd-ı ma’nevîye-i Kur’âniye ile i’tizaz ve ikram ederken o halkaya lâyık ve müstehak olmadığım halde, fakir de gıda-yı ruhânîmi ârâmsız alınca; o mevâidi ihsan edene de, getirene de, isteyene de hadsiz medyûn-u şükran kalıyorum. Bu def’aki aldığım lütufnâme-i ekremîlerinde, gücenmesini hâzır farzederek mektubla muhabere etmiyorum, buyuruluyor. Bu hususta kalb ve ruhuma “Ne dersiniz?” dedim. “Estağfirullah, sadhezâr estağfirullah. Biz ölmüştük, lehülhamd bize taze hayat bahşedildi. Gücenmeye, hiçbir cihetle hakkımız yok. Vazifemiz olan duâya devam ve teşekkür borçluyuz.” cevab-ı hakgûyânesini ruhumdan aldım.
Hâfız Sabri