Gayyûr, Zeki, Ciddî, Sıddık, Hakîki Kardeşlerim Hoca Sabri Efendi, Hâfız Ali!
Bu Cuma günü gündüz, rahatsızlığımdan dolayı biraz yatmıştım. Rü’yaya benzer, fakat rü’ya değil; hayalen gördüm ki, Sabri karşıma çıktı, arkasında Hâfız Ali. Sabri bana diyor: “Üstadım! İnâyât-ı Seb’a nâmıyla beyân edilen büyük inâyetler varken, Onuncu Söz’deki cüz’î inâyete bu kadar ehemmiyet vermenin sebeb ve hikmeti nedir?” dedi çekildi. Sonra kalktım, düşündüm; dedim ki: “Isparta’ya yazdığım mektubu Sabri okumuş veya okuyor, hararetli yazışımdan bana acıyarak benden sual etmek istemiş.” Her ne ise. Ben de Hulûsî’den sonra birinci muhatabım olan Sabri’ye derim ki (Hâfız Ali de dinlesin):
Bu Onuncu Söz’deki cüz’î inâyete ziyâde ehemmiyet verdiğimin üç hikmeti var:
Birincisi: Onuncu Söz’ün kıymeti tamamıyla takdir edilmemiş. Ben kendi kendime husûsi, belki elli def’a mütalâa etmişim ve her def’asında bir zevk almışım ve okumaya ihtiyaç hissetmişim. Böyle bir risâleyi ba’zıları bir def’a okuyup, sâir ilmî risâleler gibi yeter der, bırakır. Halbuki bu risâle ulûm-u îmaniyedendir. Her gün ekmeğe muhtaç olduğumuz gibi, o nevi’ ilme her vakit ihtiyaç var. Bu risâleye nazar-ı dikkati ehemmiyetle celbetmeyi ruhum arzu ediyordu. Lâkin, elimden bir şey gelmezdi. Cenâb-ı Hak merhametinden bir işâret verdi. O işâret ne kadar gizli ise, benim o ciddî arzuma mutabık geldiğinden çok ehemmiyetli görünüyor.
İkincisi: Bilirsiniz uzak yerlerden, ba’zı beş günlük yoldan bir zât bizi görmek ve uhrevî bir istifade etmek için gelir. Halbuki vaziyetim birkaç saatten fazla onunla görüşmeyi müsaade etmiyor. Halbuki, o misafire risâlelerin kıymetini göstermek, onu onlardan istifadeye sevk etmek, hem muhtaç olduğu kuvvet-i îmana ve kuvve-i ma’nevîyeye yardım etmek için, birkaç gün lâzım. Çünkü risâlelerdeki kuvvetli bürhanlara herkes yetişemiyor, tamamıyla kavramıyor. Ruhum çok arzu ediyordu ki; kısa, hafif bir vesile elime geçip, biçâre misafirlerin zahmeti beyhûde gitmesin. Fakat kerâmetim yok, elimden bir şey gelmez. Yalnız misafirlerin niyet ve ihlâsına itimad edip onların mükâfatını rahmet-i İlâhîyeye havale ediyordum. İşte Cenâb-ı Hak evvel İşârâtü’l-İ’câz’da, sonra Onuncu Söz’de çabuk kanaat verecek ve risâlelere itimad ettirecek bir eser-i inâyet ihsân etti. Hakîkaten benim için çok kolay oldu. Ben de çok rahat ettim ve çok zâtlara az bir zamanda kuvve-i ma’nevîyye ve Kur’ân-ı Hakîm’in hakkaniyetine göz ile görünecek emâreler gösteriyordum. Hatta çok muannidlerin inadı kırıldı. Çok dinsizler de, onunla îmana geldiler. Fakat İşârâtü’l-İ’câz’daki îzahı bir, iki, üç saat bitmiyordu. Ben de yoruluyordum. Cenâb-ı Hak kemâl-i rahmetinden daha kolay, İşârâtü’l-İ’câz’ın iki saatte verdiği faideyi Onuncu Söz iki-üç dakikada aynı faideyi verdi. Bu zamanda göz ile görünecek gâyet cüz’î bir eser-i inâyet, ma’nevî büyük kerâmetlerden daha te’sirlidir. İşte bu cüz’î eser-i inâyet hem bana, hem sizin gibi kardeşlerime bir kolaylık te’min ettiği için, ziyâde ehemmiyet verdim. Mâdem bu Söz’deki tevâfuk bize ve misafirlere çok faidelidir ve hayırlı neticeler verir, elbette içinde bir inâyet var. Âdi olsun, yüz emsali bulunsun yine bize fevkalâde bir inâyet, bir ikram-ı Rabbânîdir.
Üçüncüsü: Bilirsiniz ki, fazla iştigalâttan yorgun düşmüş bir fikir, kendini eğlendirmek, istirahat etmek ister. Biz meşgul olduğumuz pek derin, pek geniş, pek ciddî olan hakâik-i Kur’âniye ve îmaniye, fazla meşguliyetimizden gelen yorgunluğu tahfif edecek ve yorgun fikrimizi neş’elendirecek ve eğlendirecek tevâfukat nevinden, lâtif bir san’at-ı bediiye sûretinde bir lûtfunu gösterdi.
Hem o lâtif ve hafif ve mahbub ve câzibedar tevâfukattaki inâyet, bir anahtar hükmüne geçip, Kur’ân’ın bir hazine-i esrarına bir nevi rehber olduğu için ziyâde ehemmiyet verdim. Yoksa hizmetimize terettüb eden ve yardım eden inâyet-i Rabbânîye o kadar çoktur ki, eğer saysam binden geçer. Şu Onuncu Söz’ün hurûfatındaki sır, hiç kimsenin sun’ ve ihtiyarıyla olmadığını herkes tasdik ettiği için, daha ehemmiyetli göründü.
Fakat ben mutlak işârete ehemmiyet verdim. Lâkin tafsilâtını ehemmiyetle tedkik edemedim. En iyi bir tarzda beyân edemedim. Bir-iki saat zarfında nota nev’inden işâretler koydum. Birinci def’aya itimad edip daha tedkik etmedim. Halbuki ta’biratımda ba’zı kusur var, fehmi işkâl eder. Isparta’daki kardeşlerimiz maksadı anlamamışlar, hakları var. Çünkü, o ibare o maksudu ifade edemiyor.
Mâdem öyledir, bu sözün lâtif tevâfukat-ı harfiyesindendir ki, (mebhasındaki) hem sahifenin yirmiiki olmak i’tibâriyle, yazı bulunanların yerinde (yarısından ziyâde yazılı bulunan sahifelerin) hakîki ve i’tibârî satırlarına ve baştaki yaprağın cild üstünde isminin iki satırı ilâvesiyle bin üçyüz kırkiki (1342) ilh... Hem o mebhastaki bu cümle, hem âhirdeki beyaz sahifeyi saymak cihetiyle altmışaltı olup baştaki âyetin melfuz (altmışaltı) hurufuna tevâfuk ediyor. Birinde, âhirdeki iki beyaz sahifeyi saymak cihetiyle (altmışyedi) olup baştaki âyetin melfuz altmışyedi hurufuna tevâfuk ediyor. O âyet Sure-i İhlas’ın hurûfatına, hem Lafzullah’ın makam-ı ebcedîsine tevâfuk ediyor, denilmeli. Biz bir nüshayı öyle yaptık, size gönderiyoruz. Yanınızdaki nüshaları ona göre yap. Eğirdir’deki nüshaları da öyle yapınız.
Kardeşiniz
Said Nursî