Barla Lahikası | Mektub 280 | 287
(287-287)

BEŞİNCİ MEKTUB’un (Tamamı)

Sâdık, Hâlis ve Gayyur ve Kahraman Kardeşim Hulûsî Bey;

Âhiret Kardeşim: Mi’rac Sözünü güzel bir sûrette çabuk yazıp bana gönderdiğinizden, beni o kadar memnun ettin. Eğer bilsen çok memnun olacaksın. Yalnız derim, Rahmânürrahîmin rahmetinden niyaz ve duâ ederim ki, Cenâb-ı Hak yazdığın o Mi’rac Sözündeki bütün hurûfatın adedince ve her bir harfin hesab-ı ebced ile, bâliğ oldukları adet miktarınca, Mi’rac meyvelerinden ve Şecere-i Tûba yemişlerinden sana yedirsin.

Aziz Kardeşim! beni keyiflendirdiniz. Öyle ise, evvelki mektubunda tarikata dâir istediğin bahis hususunda, seninle bir parça konuşacağım, bir parça sohbet edeceğiz. Belki gayretinizi ziyâde edip, benim gibi tenbel ba’zılarının füturunu izale edecek.

Evet, Silsile-i Nakşînin kahramanı ve bir Güneşi olan İmâm-ı Rab-bani (R.A.) Mektûbâtında demiş ki: “Hakâik-ı îmâniyeden bir mes’elenin inkişâfını, binler ezvak ve mevâcid ve kerâmâta tercih ederim.”

Hem demiş ki: “Bütün tarîklerin nokta-i müntehası, hakâik-ı îmâniyenin vuzuh ve inkişafıdır.”

Hem demiş ki: “Velâyet üç kısımdır: Biri velâyet-i suğra ki, meşhur velâyettir, biri velâyet-i vusta, biri velâyet-i kübrâdır. Velâyet-i kübrâ ise; verâset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakîkata yol açmaktır.”

Hem demiş ki: “Tarîk-ı Nakşîde iki kanad ile sülûk edilir. Yâni: “Hakaîk-ı îmaniyeye sağlam bir sûrette i’tikâd etmek ve feraiz-i dîniyeyi imtisal etmekle olur. Bu iki cenahta kusur varsa, o yolda gidilmez.” Öyle ise tarîk-ı Nakşînin üç perdesi var:

Birisi ve en birincisi ve en büyüğü: Doğrudan doğruya hakâik-ı îmaniyeye hizmettir ki, İmâm-ı Rabbânî de (R.A.) âhir zamanında sülûk etmiştir.

İkincisi: Feraiz-i diniyeye ve Sünnet-i Seniyeye tarîkat perdesi altında hizmettir.

Üçüncüsü: Tasavvuf yoluyla emrâz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalb ayağiyle sülûk etmektir. Birincisi Farz, ikincisi Vâcib, bu üçüncüsü ise, Sünnet hükmündedir.

Mâdem hakîkat böyledir; ben tahmin ediyorum ki: Eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylânî (R.A.) ve Şâh-ı Nakşîbend (R.A.) ve İmâm-ı Rabbânî (R.A.) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakâik-ı îmaniyenin ve akâid-i İslâmiyenin takviyesine sarfedeceklerdi. Çünkü: Saadet-i ebediyyenin medârı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir.

Îmansız Cennete gidemez, fakat tasavvufsuz Cennet’e giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakâik-ı İslâmiye gıdadır. Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile, ba’zı hakâik-ı îmaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle, kırk dakikada o hakâika çıkılacak bir yol bulunsa; o yola karşı lâkayd kalmak elbette kâr-ı akıl değil...

İşte, Otuz üç adet Sözler, böyle Kur’ânî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hükmediyorlar. Mâdem hakîkat budur; esrâr-ı Kur’âniyeye âid yazılan Sözler, şu zamanın yaralarına en münasip bir ilâç, bir merhem ve zulümâtın tehâcümâtına ma’rûz hey’et-i İslâmiyeye en nâfi bir nur ve dalâlet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu îtikadındayım.

“Mal Benim değil, ben bir dellalım. Kur’ânı Hâkimin Kudsî mağazasından aldığım elmasları, evvela nefsime sonra müşterilere gösteriyorum. Benim bahşişim de, müşteriden bir duâdır. Benim perîşan vaziyetime bakıp, elimdeki elmasa ehemmiyet vermemek haksızlıktır. Çünkü elmas benimdir, satıyorum dememişim. Benim gibi müflis bir adam, büyük elmaslara elbette mâlik değildir. Müşir makamının evamirini perîşan bir nefer, ferik gibi büyüklere tebliğ etse, neferin küçüklüğüne, perîşaniyetine bakıp, elindeki evamire karşı lakayd kalmak, ehemmiyet vermemek elbette yanlıştır.

Fakat benim sû-i hâlim ve yanlış ta’biratlarım ve bozuk niyyetlerim ve nefsimin riyâkârâne desîseleri ile, o elmas misâli hakâiklara kusur gelmiş, noksan olmuş ve onlara perde olmuş ki, onlara lâyık ehemmiyet vermemeye sebeptir.

Fakat sizler gibi niyeti hâlis kardeşlerimin, ihlas ve duâsıyla, inşâallah Cenâb-ı Hak benim o kusurlarımı afveder. O nurların inti-şarına sed olmaz.

Bilirsiniz ki: Eğer dalâlet cehâletten gelse izalesi kolaydır. Fakat dalâlet, fenden ve ilimden gelse, izalesi müşkildir. Eski zamanda ikinci kısım, binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşad ile yola gelebilirdi. Çünkü: Öyleler kendilerini beğeniyorlar; hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar. Cenâb-ı Hak şu zamanda, i’câz-ı Kur’ân’ın ma’nevî lemeâtından olan mâlûm Sözler’i, şu dalâlet zındıkasına bir tiryak hâsiyetini vermiş tasavvurundayım.

Fakat maatteessüf benim müşevveş ta’biratım ve sû-i niyâtım bir derece sed çekiyor. İnşâallah kardeşlerimin duâsıyla o mâni zâil olur, o tiryaklar te’sirini güzel gösterirler. Şimdi bir parça başka şeylere dâir görüşeceğim.

İstanbul’da mübârek bir dostumdan bir kaç tane, birer nüsha Arabi risâlelerim geldi. İki üç taneyi size gönderdim. Hoşunuza giderse öbürlerini de sonra gönderirim.

Hem benim kardeşim ve burada en evvel talebem Şeyh Mustafa’ya de ki: Senin kardeşin Said diyor ki: (Biz hem senin duâna, hem kalemine muhtaç idik, mâdem kalem ile hizmet etmiyorsun, ona bedel pek fazla duâ etmelisin, çünkü senin duâna çok muhtaçtır.)

Hem de ki: Said diyor; (O hem şeyhdir, hem hâfızdır. Şeyh olduğu için, Mi’rac Sözü ona lâzım, Hâfız olduğu için, i’câz sözü ona elzem olduğundan, ben demiştim ki: (Onları kendine yazsın. Tenbellik etti yazmadı. Zararı yok, ona yazılabilir.)

Eğer dese ki: Onlardan daha âla bir şey ile meşgul olmak istiyorum. Deki: (Bir saat tefekkür çok ibâdete mukabildir.) Olan Hadîs-i Şerifi hatırına getir. Şu Sözler tefekkür, hem en âli tefekkür kısmındandır. Demek en âli bir ibâdet hükmündedir. Bâhusus bir kalem, onları yazsa, her kim ondan istifade etse, kalem sâhibinin ondan hissesi çıkar.

Eğer dese, ben muhtaç değilim, kalbimde aklımda yaralar yoktur. Sen ona deki: Sen muhtaç olmazsan, sana muhtaç olanlar, muhtaçtırlar. Sana bakan ve seninle bağlanan avâm-ı müslimîn cinnî ve insî şeytanların oklarına hedeftirler. O Sözleri onlara sur yapmazsan, o hakîkatları onların ruhlarına siper ve zırh yapmazsan, onların muhafazası, terbiyesi mesuliyeti altında kalırsın.


Eddâi ve’l-müstedî


Ahûkum-ul Uhrevî


Said Nursî


Ses Yok