Barla Lahikası | Mektub 298 | 305
(305-305)

(Risâle-i Nur’un ehemmiyetli bir şâkirdi olan Yusuf’un bir fıkrasıdır.)

Rahîm, Rauf ve Zü-l Minen hazretlerinin inâyet ve lütuflarından olarak, tevbe ve istiğfar gibi kullarına ihda eylediği, miftâh-ı kerem ve ihsana, çok günahkâr ve terbiyesiz olan, ben sefil Yusuf Toprak, bütün fezâyıh ve i’tisaflarıma rağmen, tevessül ettikçe bana fazlından verdiği mazhariyetin kıymetini takdir etmek, ona şükür eylemek şöyle dursun, bilakis küfrân-ı ni’met, def’aatle nakz-ı ahd, irtikâb-ı kizb ve hıyânet eylediğim için, derin kasavete, kesif zulmete, müdhiş dalâlete (hakkıyla) ma’rûz kalan kalbimin, ruhumun aldığı müzmin ve münkis yarayı tedavi çâresini taharri yolunda aklımı, zevkimi kaybetmiş, âdeta çılgın bir hâle girmiştim.

Başvurduğum her tabib-i ma’nevîden aldığım ilâçlar, yaramı tedaviye, aklımı iknâa, lehfemi iskâta kâfi gelmedi. Bizzarure

âyet-i celilesinin mefhumuna tevessülen, me’lûf olduğum denâetlerden mütehassıl koyu lekeleri kal’ ve tathire ve tarîk-ı Hak’ta sebata muîn olacak bir rehberi ararken, ortada hiçbir sebeb-i zâhirî olmadığı halde, memleketimden Kastamonu’ya nefyim şübhesiz, nefsime giran gelmiş ve hatta ye’s ve teessüfe kapılmıştım. Bilmiyordum ki bu nefyim ile

âyetlerinin sırrına mazhar edecek ve iltiyamı ümid ve imkânsız gör-düğüm ma’nevî yaralarımın tedavisine muktedir doktorların ve yan-larındaki kuvvetli mualecenin eserini, varlığını ve ism-i Hayy ve Hakîm’in cilvesini şefkaten göstermek sûretiyle, bana minnet üstünde minnet-i uhrevî yapmak içindir. Bu mülevves ahlâkımla ben neciyim ki, bu ihsân-ı azîme nâil olayım diye şaştım. Fakat lehülhamd vel minnet

gibi işârât-ı celile hatırıma gelmekle, bir derece müteselli oldum. Ey yaramın doktoru! Ve ey dalâlet uçurumunda yuvarlanan ruhumun halaskârı! Ve ey İlâhî ve kudsî yolların rehberi!

Evvelden hiç muarefemiz yokken, seni kal’a üstünde ilk ve tesâdüfen gördüğümde “Dalâletten halâsın, Allah’ın rahmetine vusulün en kısa yolu var mı?” diye sordum. “Çok kısa bir çâre-i Kur’âniye vardır” diye buyurdunuz. Fakat dalâletim, gafletim, enâniyetim i’tibâriyle bu kısa ve merdane cevabdaki hikmet-i azîme, nebeân-ı rahmete dikkat etmedim. Ruhuma ihânet ederek aldırmadım. Ve felâket-i ma’nevîyede bir müddet daha kalmış oldum.

Vakta ki, Risâle-i Nur hatta, enhâr-ı Nur demesine şâyeste olan mektublardan, yine tesâdüfen elime geçen bir nüshayı görünce ve münderecatındaki hakâika dalınca, inâyet-i Rabbânî, mu’cizat-ı Kur’ânî, himemat-ı Sübhanî, keramat-ı ruhanî eseri olmalıdır ki, kasî kalbime, âsi ruhuma, gâfil aklıma, mağrur vicdanıma, sakîm düşünceme “tâk” diye bir tokmak vuruldu. Bir intibah halkası takıldı. Hemen düşündüm. Ulemânın midâd-ı aklâmı, şühedanın kanından mübecceldir ve

gibi hadîsler ile Hazret-i İsa’nın (A.S.) Havariyyûn’a, Hazret-i Muhammed’in (A.S.M.) Ensar’a tekliflerini ve onların icabetini hatırladım.

Âdeta, fetret devri denmeğe sezâ olan bu zamanda, irsiyet-i nübüvvet makamında, i’lâ-yı kelimetullah uğrunda maddeten uğraşan seyl-i dalâletle kapanmış olan râh-ı Hakk’a çığır açan, bir recül-ü fedakâra iltihak ve muavenet etmek ve bu vesile ile fırsatı ganîmet bilerek, zulümattan nura mazhar olmak lüzumunu hiss ve intikal ettim. Pek âdi bir mahlûk olduğum ve kalbime müstevli, ağır dalâlet darbesi, kalın perdesi altında hasta bulunduğum için, fazileti, ma’nevîyatı anlamam. Zîra fazileti takdir edebilmek, fazileti bilmekle mümkündür. Yalnız, bunca mesavi ve mütereddid hareketlerimle huzur-u sâmilerine lütfen kabulümde, yüksek ruhunuzdan yağan samimî şefkat, hakîki re’fet, halîmâne iltifat, kerîmane hüsn-ü kabulünüz beni bir takım ümidlere, ihtiyarsız muhabbetlere sevk ve büyük sürurlara gark etti. Ancak Allah’ın en âciz, en aşağı, en günahkâr, en zalim bir mahlûkunu arkadaşlığına kabul ve tahammül eden, bir şahsiyet-i alelâde olamayıp, kuvvetli, püştibane, fütur götürmez bir (mesnede) mâlik olmak lâzım geldiğini teyakkun edebildim.

Riyakârlık olmasın, selim fikrinizden, ciddî tavrınızdan, Kur’ân’a ittiba ve temessük yolundaki doğru irşadınızdan, hakîki sözlerinizden, samimî telkininizden, umûmî hayırhah hissiyatınızdan kalbime, mecruh ruhuma uzanan tîğ-i şifa, neşter-i ümidin te’siriyle dilşâd ve mutmain oldum. Türlü türlü evhamın açtıkları menfezlerden, rahnedar kalan ruhuma tamam ve muvafık buldum. Zîra

vesâire gibi hakîkatlar dimağıma yerleşti.

Elbette bu keyfiyet bana hacc-ı ekber, râh-ı saadet, ömr-ü ebed, tayr-ı devlet, enfâl-i ganîmet sebebi olunca sürurumdan ne kadar kabarsam ve siz halâskâr ve hakîm-i derdime, ne kadar teşekkür ve izhar-ı mahmidet eylesem hakkım olmaz mı?

İşte bu vesiledir ki, beni Kur’ân dellâlına, Risâle-i Nur müellifinin şâkirdliğine tahsis ve kabul ettirmek gibi, azîm lütuflarına mazhar kılan Rabb-ı Rahîmime karşı, dünyada kaldığım ve imkân bulduğum müddetçe kalemimi, hayatımı bu uğurda isti’mal etmeye söz ve karar verdirdi. Fazlaca söz söylemeye salahiyetim ve o mertebeye istihkakım olmadığından, şimdilik kısa kesiyorum. Hizmetiniz umûmî ve müessir, âmâliniz muvaffak, himmetiniz âli ve dâim, emeğiniz makbul, sa’yiniz meşkûr, hayatınız mes’ud, ömrünüz efzûn, sıhhatiniz mahfuz olsun. Sonsuz minnetdarlığımın kabulünü, ma’nevî himmet ve teveccühünüzün devamını rica eder, nur ile meşgul, nurlu ellerinizi öperim, Efendimiz, Büyüğümüz. 15 Şubat 1359

Talebe namzedi, sefil

Yusuf Toprak


Ses Yok