Bu sûretle ekall-i kalil olan ehl-i dalâlet ve tuğyan; safdil tarafdar ile ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatasına terettüb eden musîbet-i âmmenin devamına ve idamesine belki teşeddüdüne kader-i İlâhiyeye fetva verirler; biz buna müstehakız derler.
Evet elması bildiği (âhiret ve îmân gibi) halde, yalnız zarûret-i kat’iyye sûretinde şişeyi (dünya ve mal gibi) ona tercih etmek ruhsat-ı şer’iye var. Yoksa küçük bir ihtiyaçla veya heves ile veya tama’ ve hafif bir korku ile tercih edilse; eblehane bir cehalet ve hasarettir, tokada müstehak eder.
Hem âlîcenabane afvetmek ise, yalnız kendine karşı cinâyetini afvedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa başkaların hukukunu çiğneyen cânilere afuvkârane bakmağa hakkı yoktur, zulme şerik olur.
İkinci Sebeb: Yazmağa izin olmadığından yazılmadı.
İKİNCİ MES’ELE: Kardeşlerim! Eskişehir hapishanesinde, âhirzamanın hâdisatı hakkında gelen rivâyetlerin te’villeri mutabık ve doğru çıktıkları halde, ehl-i ilim ve ehl-i îmân onları bilmemelerinin ve görmemelerinin sırrını ve hikmetini beyan etmek niyetiyle başladım; bir-iki sahife yazdım, perde kapandı, geri kaldı.
Bu beş senede, beş-altı def’a aynı mes’eleye müteveccih olup muvaffak olamıyordum. Yalnız o mes’elenin teferruatından bana ait bir hâdiseyi beyan etmek ihtar edildi. Şöyle ki:
Hürriyetin bidâyetinde, Risâle-i Nur’dan çok evvel, kuvvetli bir ümid ve îtikad ile, ehl-i îmânın me’yusiyetlerini izâle için, “İstikbâlde bir ışık var, bir nur görüyorum” diye müjdeler veriyordum. Hattâ, hürriyetten evvel de talebelerime beşâret ederdim. Tarihçe-i Hayatımda merhum Abdurrahman’ın yazdığı gibi, Sünûhat misillü risâlelerde dahi “Ben bir ışık görüyorum” diye dehşetli hâdisata karşı o ümid ile dayanıp mukabele ederdim. Ben de herkes gibi o ışığı siyaset âleminde ve hayat-ı içtimâiye-i İslâmiyede ve çok geniş bir dâirede tasavvur ederdim. Halbuki hâdisat-ı âlem beni o gaybî ihbarda ve beşârette bir derece tekzib edip ümidimi kırardı.