Hem bir vakit Tosya’dan Kastamonu’ya gelirken, beraberimde Risâle-i Nur’un Lem’a ve Şuâlar’ı vardı. Haşre ait bir mebhas okuyordum. Kamyon yokuşları tırmanıyordu. Havanın ve makinenin harareti bana ağırlık ve fikrime de “Bu Risâle-i Nur muazzam bir mu’cize-i Kur’âniyedir. Başka sahada mu’cize gösterebilir mi? Halbuki mu’cize, Enbiya Aleyhimüsselâm’a mahsustur. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dan sonra mu’cize gösterilmeyecektir” mülâhazası esnâsında kamyon müdhiş sadmelerle üç takla, yirmibeş-otuz metre yerden aşağı yuvarlandık. Şehâdet getiriyordum. Yaralımıyım diye kendimi yokladım. Yüz bin şükür hiç bir yaram yok. Korkarak doğruldum, şoförün kafası gözü parçalanmış, “ah, of” çekiyor. Etrafımı tetkik ettim şoför tarafındaki kapı ve camlar hurdahaş olmuş. Benim tarafımdaki ince cam bile kırılmamış. O anda bunun büyük bir kerâmet olduğunu, mu’cize olmadığını ve bir daha böyle mâcerâlı şeyleri tefekkür etmemek için kerâmetkarâne gaybî bir tokat olduğunu anladım.
Risâle-i Nur Şakirtlerinden
Salahaddin
Feyzi’nin Yediği Şefkat Tokadıdır.
Üstadım bana kardeşim Husrev Efendi tarzında Mu’cizat-ı Ahmediye Risâlesi’ni yazdırıyordu. Ben -yâni Feyzi- bir parça tenbellik ettim. Birden, 28’lilerle askere istenildim. Üstadım dedi: “Git, mu’cizat-ı Ahmediye’yi yaz, seni şimdi vermiyeceğim.” Başladım. O emir bir hafta geri kaldı. Tekrar bir ârıza ile yazı noksan kaldı. Tekrar askere çağırıldım. Yine Üstadım: “Git yaz!.” Ciddî çalışmaya başladım. Fevkalme’mul, yine emir geri kaldı. Bir hafta sonra tekrar bir ma’zerete binâen yazıyı bıraktım. Üstadım dedi: “Senin şimdi vazifen Risâle-i Nur noktasında askerliktedir.” Birden emir geldi, bir şefkat tokadı yeyip vazifeme gönderildim.
Cenâb-ı Hakk’a şükür Risâle-i Nur’a alâkadar-it-tâka (Hâşiye) çalıştım ve çalıştırıldım. Üstadımız bize söylediği gibi yedi ay sonra terhis edilip Üstadımıza ulaştım. İnşâallah bu kabahatimde afvolmuştur.
Hâşiye: Ala kadar-it-taka ( ) gücüm yettiği nisbette.(Nâşir)