Fakat o zaman zemîni eritecek, yırtacak bir madde var idi elimde.
Üçüncü yolun o delil-i mu’cizi Kur’an onu bana vermişti.
Kardeşim, arkamı da bırakma, hiç de korkma! Bak şurada tünelvari mağaralar, taht-el arz akıntılar beklerler ikimizi.
Bizi geçirecekler. Tabîat da şu müdhiş cümudiyeleri de seni hiç korkutmasın. Zîra bu abûs çehresi altında merhametli sâhibinin tebessümlü yüzü.
Radyumvari o madde-i Kur’anî ışığıyla sezmiştim. İşte, gözüne aydın! Ziyâdar âleme çıktık, bak şu zemîn-i pürnâzı
Bu feza latif, şirin. Yahu başını kaldır! Bak Semâvata ser çekmiş, bulutları da yırtmış, aşağıda bırakmış. Davet ediyor bizi.
Şu şecere-i tûbâ, meğer o Kur’an imiş. Dalları her tarafa uzanmış. Tedelli eden bu dala biz de asılmalıyız, oraya alsın bizi.
O şecere-i semâvîye; bir timsali zemînde olmuş şer’-i enveri. Demek zahmet çekmeden o yol ile çıkardık bu âlem-i ziyâya, sıkmadan zahmet bizi.
Madem yanlış etmişiz; eski yere döneriz, doğru yolu buluruz. Bak, üçüncü yolumuz: Şu dağlar üstünde durmuş olan şehbâzî
Hem de bütün cihana okuyor bir ezanı. Bak müezzin-i a’zam, Muhammed-ül Haşimî (A.S.M.) davet eder insanı âlem-i nûr-u envere. İlzam eder niyâz ile namazı.
Bulutları da yırtmış, bak Hüda dağlarına. Semâvata ser çekmiş, bak şeriât cibaline. Nasıl müzeyyen etmiş zemînimizin yüzü gözü.
İşte çikmâlıyız biz buradan himmet tayyaresiyle. Ziyâ, nesim orada, nur u cemâl orada. İşte buradadır Uhud-u Tevhid, o cebel-i azîzi.
İşte şuradadır Cûdi-i İslâmiyet, o cebel-i selâmet. İşte Cebel-i Kamer olan Kur’an-ı Ezher, Zülâl-i Nil akıyor o muhteşem menba’dan. İç o âb-ı lezizi!