Kastamonu Lahikası | Mektup 120 | 193
(186-193)

Kur’anın edebi ise: Öyle bir hüznü verir ki, âşıkane hüzündür, yetîmâne değildir. Firak-ul ahbabdan gelir, fakd-ül ahbabdan gelmez.

Kâinatta nazarı, kör tabîat yerine, şuurlu hem rahmetli bir san’at-ı İlâhî onun medâr-ı bahsi; tabîattan bahsetmez.

Kör kuvvetin yerine; inâyetli, hikmetli bir kudret-i İlâhî ona medâr-ı beyan. Onun için kâinat, bir vahşetzar sûret giymez.

Belki muhatab-ı mahzunun nazarında oluyor bir cem’iyet-i ahbab. Her tarafta tecavüb, her canibde tahabbüb; ona sıkıntı vermez.

Her köşede istînas, o cem’iyet içinde mahzunu vaz’ ediyor. Bir hüzn-ü müştâkane, bir hiss-i ulvî verir; gamlı bir hüznü vermez.

İkisi birer şevki de verir: O yabanî edebin verdiği bir şevk ile nefis düşer heyecana, heves olur münbasıt; ruha ferah veremez.

Kur’anın şevki ise: Ruh düşer heyecana, şevk-i maâlî verir. İşte bu sırra binâen, şeriât-ı Ahmediye (A.S.M.) lehviyatı istemez.

Bazı âlât-ı lehvi tahrim edip, bir kısmı helâl diye izin verip... Demek hüzn-ü Kur’anî veya şevk-i Tenzilî veren âlet, zarar vermez.

Eğer hüzn-ü yetîmî veya şevk-i nefsanî verse, âlet haramdır. Değişir eşhasa göre; herkes birbirine benzemez.

* * *
Səs yoxdur