Cevabı, hem hitabı. Bununla da beraber selaset ve selâmet, tenâsüb ve tesânüd, kemâlini göstermiş; işte onun şâhidi: Fenn-i Beyan-ı, Maânî.
Kur’anda bir hassa var; başka kelâmda yoktur. Bir kelâmı işitsen, asıl sâhib-i kelâmı arkasında görürsün, ya içinde bulursun. Üslûb: Âyine-i insanî.
Kur’an ise zâhiren o nebi muhatabı gösterir. Muhatab sâhib-i kelâma perde.
Zîra bir Vacib-ül Vücûd ki, bînefad ve bînihayet hitab ve kelimat-ı Sübhanî.
Lâyuhad muhatabînine ezelden tâ ebede birden teveccüh etmiş tekellümde ediyor.
Şöyle mahdud kelâmın arkasında ezel-ebed sultanı, yalnız bir lem’a-i tecellisi kabildir sıkışması, eğer bütün onu nihayet-i kelimat def’aten dinlemesi.
Dâire-i imkanda olsa idi, bir mekanı, yahut bütün muhâtabînî zerrât-ı kâinat sûretinde, tek bir kulak olsa idi o ezan-ı cihanı, hem bir nûr-u îmânî, hem bir hads-i vicdanî.
Belki Kelâm-ı bînihayet arkasında, ya içinde bînihayet-i celâl azameti içinde o haşmet-i Subhanî görürdü timsalini.
Demek tenzilin esalibinde tenevvü’, İlâhî tenezzülat, tecelli esmâ-i sıfâttır ki, kelâmın arkasında görüyor onu bir nazar-ı îmânî.
Her adam diyebilir, şems benim için yakılmış, evim olan dünyada, şu âyinede güneş, bana tebessüm eder, bakıyor o ayn-ı âsumanî.
Allah (C.C.), eğer şuuru ona, hem de sözü verse idi, o nâzenin-i sema benimle konuşurdu.
Ayine de olurdu vâsıta-i beyanî, inhisar-ı zihniyet ona bu hakkı verir, hem dahi diyebilir.
“Rabbim benimle konuşur, Kelâmın arkasında görüyorum îmânımla bir Rahman-ı Nûranî”
Bütün zîruh, hem de bütün kâinat birden böyle derler. Zîra onda tezahüm yoktur, inhisar da olamaz, o sermedîdir, lâmekani.