Elbette ve elbette beşer bu pek büyük ni’mete karşı, bir umûmî şükür olarak o radyoları herşeyden evvel kelimat-ı tayyibe olan Kelâmullah’ın, başta Kur’ân-ı Hakîm ve hakîkatları ve îmanın ve güzel ahlâkların dersleri ve beşerin lüzumlu ve zarurî menfaatlerine dâir kelimatları olmalı ki, o ni’mete şükür olsun; yoksa ni’met böyle şükür görmezse, beşere zararlı düşer.
Evet beşer, hakîkata muhtaç olduğu gibi ba’zı keyifli hevesata da ihtiyacı var. Fakat bu keyifli hevesat, beşte birisi olmalı. Yoksa havanın sırr-ı hikmetine münafi olur. Hem beşerin tenbelliğine ve sefahetine ve lüzumlu vazifelerinin noksan bırakılmasına sebebiyet verip, beşere büyük bir ni’met iken, büyük bir nıkmet olur. Beşere lâzım olan sa’ye şevki kırar.
Şimdi gözümün önündeki makinecik ve radyo kabı, Kur’ânı dinlemek için odama getirilmişti. Baktım, on hissede bir hisse kelimat-ı tayyibeye veriliyor. Bunu da bir hatâ-yı beşerî olarak anladım. İnşâallah beşer bu hatâsını tâmir edecek. Ve bütün zemin yüzünü bir meclis-i münevver, bir menzil-i âlî ve bir mekteb-i îmanî hükmüne geçirmeğe vesile olan bu radyo ni’metine bir şükür olarak beşerin hayat-ı ebediyesine sarfedilecek kelimat-ı tayyibe, beşte dördü olacak.
İkinci Nokta: Nur Risâlelerinde denilmiş ki: “Kâinatı halkedemeyen, bir zerreyi halkedemez. Bir zerreyi tam yerinde halkedip muntazam vazifeleriyle çalıştıran, yalnız kâinatı halkeden zât olabilir.”
Bu cümlenin küllî hüccetlerinden bir cüz’î hücceti şudur ki: Kelimelerin envaının kabı ve mahfazası olan yanımdaki bu radyo makineciğindeki bir avuç hava, kat’iyyen gösteriyor ki, şimdi elimizde baktığımız radyo istasyon cedveli nâmındaki listede yazılı iki yüze yakın merkezden bir saatten bir seneye kadar uzak ve muhtelif mesafelerden aynı dakikada bir tek kelime-i Kur’âniye, meselâ “Elhamdülillâh” kelâmı tam hurufatiyle ve şîvesiyle ve söyliyenin mahsus sâdasının tarziyle, bu makinedeki bir avuç havanın zerreleriyle, hiç tegayyür etmeden kulağımıza gelmek için ve muhtelif kelimat-ı Kur’âniyeyi ayrı ayrı sedâ ile, çeşit çeşit şîve ile, keza hiç tegayyür etmeden ve bozulmadan bizim kulağımıza getirmek için o bir avuç havanın her bir zerresinde öyle hadsiz bir kuvvet ve ihâtalı bir irâde ve bütün rûy-i zemindeki merkezlerde o Kur’ân’ı okuyan hâfızların ayrı ayrı şîvelerini bilecek ihâtalı bir ilim; ve onları bütün görecek ve işitecek muhit bir göz ve her şey’i bir anda işitebilir bir kulak olmazsa, elbette bu mu’cize-i kudret vücûda gelmeyecek.